Uzun zamandır
kimse benim için “artık” kelimesini kullanmıyor çünkü kimseye o kadar
yaklaşmıyorum, herkesle samimiyetim ve muhabbetim artık kelimesinin olduğu yere
kadar. Sancıyor artık büyüdüğüm şeyler, kafamın karışmasını istiyorum, beynimin
uyuşmasını, sessizliğimin içindeki sonsuz huzuru, bazen birinin gözlerine
baktığımda “sonsuzluk” kelimesi çıkıyor ortaya. Oysa yalnızken ne kadar da
kelimesizim. Gördüğüm en güzel rüyayı anlatamadan, hafızama işleyemeden
kaybettim aklımı. Aklım onun içinde yok olmuştu, zavallı bir şeydi, sokağa
döküldüğünde. Ruhumun en güzel kenarında, sessizce dinlenirken, denize vurdu
aklım, ayaklarımın kumda olduğunu bilmiyordum, böyle sıcak olduğunu yeryüzünün,
böyle anlaşılmaz olduğunu her varlığın ve henüz bıkmamıştım hiçbir şeyden,
henüz yılmamıştım, yıkılmaya daha zamanım vardı ama zamanımın vakti kalmamıştı.
Merhametimin elleri bağlı sanki gözleri gökyüzünde, dizleri dökülüyor. İçimin döküntüsü, dışımı çöktürüyor. Kurşunlar
ayrı vızıldıyor, arı sesinden çok onların sesi, çiçek kokularından mahrum barut
kokusu, her yerimiz yanık içinde. Aklımı dövüyorum, fikrimin olmazlarına,
inancım nasıl da kandı, tam inanırken, beynimdeki patlama, her taraf kelime
içinde, inancımdan vuruldum, yaşama sevincim yerlerde, sürünüyor,
süründürürken. Bazı kelimeleri içime atıp, susmak istiyorum. Çare olur mu
kelimesizliğime, bilmiyorum.
Ölürken o son
sırrı da yutmuş gibi kelimeler, susarken, ölmüş gibi ama susmayacakmış gibi,
ölümün böyle olmadığına inanmış gibi, gözbebekleri nasıl da küçülmüştü.
Fikrimin yabancısıyım, aklımın yalancısı, kalbimin inancı. O yüzden öldüm.
Bir daha hiç
görülemeyecek bir rüyadaki kahraman, hiç anlatılamayacak masaldaki kahramanla
ruh eşi olmuşlardı. Aşk diyorlardı adına, tılsımların yalancısıyım. Öldükten
sonra hep cenazemin uçacağına dair içimdeki sahte inançlar ve yaşadığım günden
çok fazla yaşamış hissine kapılan ruhumla, belki onulmaz bir uçurumun ucundan
sesleniyorum sana, belki de tek nokta sığacak kadar bir delik bulduğum bu
tabutun içinden. Mecazlar bazen, gerçeklerimizi yenmez mi? Yaşamadığımız
şeyler, bazen yaşadıklarımızın önüne geçmez mi? Öyle işte… Bazıları bu sessiz
hikâyenin ardından şarap kadehlerini tokuştururken, bazıları da anlaşılmaz
dillerde dua edecekler, ben hepsini duyacağım. Gerçek hayatta duyduğum hâlde
karşılık vermeden az durduğum zamanların inadına, her şeyi duyup,
konuşmayacağım, gerçek hayatla alakam kesin kesildi diyeceğim bu sefer. Kendi
aklımı yitirdiğimde, başka bir şey bulmuşum gibi sevindim, bir boşluğu
kapatamıyorsan, daha başka boşluklar açıyorsun hayatında, o boşluğu unutmak
için. Ruhum onunla o zaman tanıştı, aklımı arıyormuşum gibi yaptım, belamı
bulmuştum. “Tılsımım olur musun?” dedim. Dudaklarımı boş verdi, ağzımın içine
ölüm doldu, kusamadım. Onun yerine sustum, dudaklarımın açılmaması lazımdı. İçimde
dolaşan kelimelerden onun haberi yoktu. Cümleleri yüzüne çarpıp geri kalbime
giriyordu, içine işleyecek kadar zamanı yoktu.
Yağmur her şeye
şifa gibi, acılar buhar olup, gidiyormuş gibi… Galibiyetim sustu, mağlubiyetim
azdı, korktular, en çok gözlerimden, sonra da gözyaşlarımdan, korkak oldukları
için değil, şefkat bilemedikleri için, nasıl davranacağını bilemeyen insanların
tedirginliği yapışmıştı ceketlerine, çok şık duruyordu, hüzünlü baloda… Çok şık
sırıtıyorlardı…
Herkesin bu
kadar ikiyüzlü olduğu bir dünyada, tek gülen yüzüm yetmiyor bana, aynalarla
çoğaltıyorum, gülmeyi, kahkaha oluyor. Başkalarının gülmeleri de yetmiyor.
Yüzümü astım, hem de geceler boyu. Odamdaki eşyaları boşaltmayı düşündüğümden
beri, daha fazla dağıldığını hissediyorum, beynimin ve eşyaların, benim
kitaplarla yakınlığım insanların hazmedemediğim kötü karakterleri yüzünden,
teşekkür ederim buna, hem de tüm içtenliğimle, rezaletiniz dünyayı daha
çekilmez bir yer yaptığı gibi, hayata dair daha az çaba sarf ediyorum. Bazen; yapılan iyi bir şeyin, iyi gelmediği
gibi, bazen de yapılan kötü bir hareketin devamında iyi bir şey olması gibi bu
işte. Dünyadan biraz daha, elimi, eteğimi çekmeme neden oluyorsunuz,
minnettarım, kitaplardaki kadar… Tüm bunları bir de Fransızca bağırmak
isterdim, ama ben ancak Türkçe susarım, siz yine de bir şey anlamazsınız…
Üzümlerinizden
artık şarap da olmuyor, güler yüzünüzden de menfaat akıyor, kalbimi doldurmak
tüm bunlara yetmiyor, dünyamı biraz daha boşaltmalıyım.
Bedenden önce
ruh vardı, kimse ruhla ilgilenmiyordu ama. Çıplak ayaktan önce, toprak yol,
yoldan önce iz, bir şeyin izi vardı. Kimse nereden geldiğinle de
ilgilenmiyordu, neden bu kadar yorulduğunu da sormuyordu, dinlenmek için oraya
gittiğini, soluklanmak için nefes aldığını, fikirlerini, düşüncelerini
bilmiyorlar ve önemsemiyorlardı. Yanlışlıkla geldiğin dünyadan yalnızlıkla
ayrılıyorsun, tek kişilik eşyaların gittikçe çoğalıyor, düşüncelerin gibi, o
kadar uzaklaşıyorsun ki sonra, neden ağladığın sorulacağı yerde, neden sustuğun
konuşuluyor, artık o kadar uzaksın ki, haykırsan bile duyulmuyor, ağlamalar
eskidi üzerinde, şiddetlerin korosunu düzenliyor bedeninde, kurumuyor…
Büyürken,
saklandığımız yerde unutulmuş çocuklarız biz, bazen de yağmurda korkudan
yatağımızı ayıcıklara verip, karyolanın altına saklanırdık, geceleri saklambaç
oynarken, kaybolurduk, sonra canavarların geleceğine falan inanırdık. Büyürken
korkan çocuklardık ama büyüdükten sonra her şeyin gerçekten daha korkunç ve
daha kötü olacağını henüz bilmiyorduk, korkularımız da çocuk kadarmış, korkularımız
biz büyümeden büyüdü, kıyısına vuran kahkahalarımız dudaklarımızın içimize
hapsoldu, üç kelimenin cehennemine yenik düştük. (Sus!) Kalbimizin tam alnından
vuruldu umutlarımız, zehirli silah ile umut etmeye korkarken, umut düşmanı
olduk. Duygusal hücrelerimizin bir kısmı öldü biz büyürken, bir kısmı da can
çekişmeye devam ediyor. Beynimizin bir yanı ölü, diğer yanını diğer ölü yanın
acısını unutturmak için hep uyuşturuyoruz.
On sekiz yaşıma
kadar zararlı ya da günah hiçbir şey tüketmedim, hiç sigara içmedim, alkol
almadım, hiç ilaç kullanmadım, günümüze göre oldukça sağlıklı yaşadım, duman
altında sabahlamadım, sonra kansere yakalandım ve almadığım kimyasal, almadığım
ilaç (zehir!), almadığım radyasyon kalmadı. Oysa o güne kadar bedenime şırınga
bile değmemişti, artık damarlarım bulunamaz olduğu halde, yeni damar yolları
açmaya çalışırken, sabır denilen şeyi en çok acı çekerken öğrendim. İnsan en
çok bilinci kayıpken sabredebilir her şeye, benim bilincim hep açıktı, belki
ruhumu özgür bırakmıştım uzaklara gitmesi için, acı çekmesin diye… Çünkü ruh
bedenden daha çok acı çeker, beden ne yaşarsa yaşasın, eğer ruhuyla hissedemeden
yaşıyorsa, beden tek başına daha az acı duyar. İşte bu yüzden ruhumu bedenden
ayırmıştım. Ruhun uzaklarda olması, bir yanımı ölü gibi bir şey yapıyordu. Yine
de sabrı yüreğimden bırakmamıştım. Pipetle çay içmekten bıkmıştım, çayı kaynar
içememekten tiksinmiştim, bol su içmekten kusuyordum, insan gibi ekmeği
salatanın suyuna batırıp kaç zaman yiyemedim belki. En azından bu benim başıma
gelmemeliydi, o yaşıma kadar çok iyi bakmıştım bedenime, zararlı diye anılan
her şeyden uzak durmuştum. Yükseklerde uçan kuşların, yüksek binaların
tepesinden baktığımda ne kadar büyük olduklarını da görmüştüm o yaşımda, ben
sadece uçmak istiyordum, anlattıklarımın ve yazdıklarımın bölünmesini
istemiyordum. Bitirdiğim hikâyeleri öldürüyordum, ölü bir paragraftan
başlıyordum hayata. Eskiden biraz ölmüş birisi, yeniden canlandığını zanneder
yalnızca, yeniden can bulmaz. Bedenimin üçte ikisi öldü, hâlâ birçok şeyi nasıl
hissedebildiğime hayretler içinde bakıyorum, kendimi seyrediyorum uzun saatler
boyu, gözlerime bakarak, ruhumu görmeye çalışıyorum, gördüğüm şey büyümek ve
yorgunluk, erkenden yorulanların, erkenden dinlenemediği bir dünya burası,
yorulan hep daha çok yoruluyor. Masallardaki pamuk prenses kadar gamsız olmak
isterdim bundan sonraki yaşamımda ya da hiçbir şeye karışmak zorunda kalmadan,
bir kitabın sayfalarının arasında, hiç tanımadığım bir hikâyede uyuyan güzel
olmak isterdim. Masallardaki hayallerden öteye gidemedi hayat, o yüzden
gerçekten gerçeği söylüyorum, yazdıklarımın bir kısmını öldürüyorum, tüm
samimiyetimle, öldürmesem diğer kalan üçte birlik kısmım da yaşayamaz
biliyorum. İstiklâl caddesinin kenarlarında söylenilen şarkı kadar sessizim ve
onlar kadar duyulamaz. Ama duymasını bilen ne güzel de duyar, ne güzel susar,
ne güzel anlamış gibi kırpılır gözleri…
Nevin Akbulut
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Beş 17 10