25 Aralık 2015 Cuma

Anıların Rahatsızlığı



Anıların da bir ömrü vardır, sonra kâbusa dönüşürler.

Kendimi en sakin yerde terk ettim. Bir masanın başında oturmuş, porselen kupamda son kahvemi içiyordum, bitmesini erteliyordum, her şeyin bitmesini ertelediğim gibi, zamanın geçmesi hayatıma bir hediyeydi, uzun zamandır hediye almamıştım. Dünyanın sokaklarından geçmiştim sessizce, bir sürü rüya görmüştüm, eğer böyle giderse görmeye de devam edecektim. Rüya işine son vermek istedim çünkü gerçeklerden daha fazla şey oluyordu oralarda. Kaç tane yirmi dört saatim varsa hepsini de harcadım, umutlarımın bittiği yerde, bir tek gecede tükettim her şeyi. Payıma düşen ters oturan sandalyeyle birlikte, ıslak, camdan bir şey gibi soğukluk hissettim. Acıdı, ama batar gibi bir acı değildi, o dokunan yerden başlayıp, tüm kalbimi kaplayıp, sızan bir acıydı. Bazı şeylerin izahının yetmediğini biliyorum, belki de bu yüzden eksildim.

Bu kadar zamanda en azından ufacık bir değişiklik olmalıydı içimde, en azından yaşanılabilir olmalıydı günler, geceler bu kadar uzamamalıydı. Göğsünde görünmeyen yaralarla daha fazla uzağa gidilemez, inanmışlığıma saplanmıştı, gündüzken birdenbire gece olmuş, korkmuş, hiçbir şey yapamamıştım. Dilimde en az kalbim kadar kırık bir melodi, inanmam gerekenlere bir türlü inanamıyordum. İnatçıydım, inanç duvarlarımdan zıplayıp, atlayamıyordum.

Sırtımda bir yaradan çok iki el olsun isterdim, kendi ellerim, soğuk ve kimsesiz ellerim. Kendi ellerim olsaydı sırtımdaki, hiç düşünmeden büyük bir cesaretle aşağıya atardı kendimi. Ama sırtımda iki el yok, kanat da yok, yaradan ve ciğerden başka bir şey yok. Sırf çirkin görünmesin diye yaralarımı gülümsemelerimle gizledim çünkü böyle daha güzel olacaktı, yaralar çirkinleştikçe, daha güzel gülümsedim. Değişim zamanının, zamandan daha çok değişen insanları, bir çırpıda olmuşları olmamış gibi göstermeleri, daha da yabancılaştırdı, keşke yalnız kendime değil de herkese yalan söyleyebilseydim, bir çırpıda gidebilseydim o uzaklara ya da kendimi yok etmenin bir yolunu bulabilseydim. Kandırdığım kendimdi ve ben yine hiçbir şeyi anlatamıyorum. Kör bir bıçak elimdeki, dilimi kesemiyorum, kendim de kesilmiyor. Kelimeler peşimi bırakmıyor.

Doğru delirdim ben. Doğru sustum, belki zamanı gelmemişti susmanın, ama içimdeki kelimeler yerine oturmuştu, izahı yoktu, ondan sustum. Beynime hücum eden kelimelerin kifayetsizliğiydi belki de beni susturan, inancımı birilerinin yüzüne vurmam gerekiyordu.

Hayatının satır aralarına sıkıştırırken kendimi, kaçak göçek tıkıştırırken beni, oradan oraya hırpalarken ruhumu, sen hayatımın satırlarında ana başlık gibi bir şeydin, bazı şeylerin anlamsız olması, bana anlamsız gelmeyeceği anlamına gelmiyordu. Senin için ne kadar anlamsızsam, benim için o kadar anlamlıydın ve bu anlam bulduğum anlamsızlıklar yüzünden uykularım düzensizleşiyordu, hiç kimsenin aynı cevabı veremeyeceği sorular birikiyordu beynimde. Anlam bulduğum saçma şeylerin anlamsız gelmesi gerekirken, o anlamlarla (anlamsızlıklarla) yeni bir dünya kurmuştum kendime. Aslında yok olmakla ne kadar da iyi ettin, hiçbir zaman gerçek bir şeye inanamayacağımı biliyordum. Beni bu rüyadan (kâbustan) uyandırdı. İyi oldu bana.

Seni severken, birdenbire bir ömrün dışına taşmıştım, daha büyük şeyler yaşıyordum sanki daha az nefes alıp, daha büyük, mutlu zamanlar geçiriyordum. İçim, dışımdan daha büyüktü sanki sığmıyordu.

İçimdeki benden biraz daha soğudum bugün. Bazı şeylerden vazgeçebilseydim, ruhum biraz daha rahata ererdi, huzur vazgeçmektedir belki de. Niye hâlâ inat ediyorum? Üstelik bu kadar yorgunluktan bahsederken? Defalarca kendime tekrarladığım o sorulara daha yanıt bulamamışken, soruların bile yanlış olduğu düşmüyor mu aklıma? Elbette düşüyor, kucağıma, kadife eteğimin tam üzerine, elimi tuttuğumda diğer elimin daha soğuk olduğu ve dışına dokunuşum kadife hissi yaratıyor. İçimde hâlâ bir şeylerin bu kadar yumuşak kalabilmesi ve dışımın böyle başka bir şeymiş gibi durması… Uzaklaşıyorum içimden, içimin naifliğinden, yumuşaklığından, hüznümden kaçıyorum. Bir elim bile başkaysa benim, ben artık kendime bile benzeyemem.

Bir incinin içinde unutulmuş buldum kendimi ve yaşayamadığım bir hikâyenin içine hapsoldum. Daha iki parmak boşlukla başlayan satırlarım hayatımda uzunca bir sus boşluğu oluştu, üstelik parmaklarım küçücüktü, sayfalar dolusu boşluktu hikâyem. Bu kadar uzun boşluğu nasıl dolduracağımı bilemeden, sızlandım. Hayatımın başlaması için en azından birine daha ihtiyacım vardı ama paragrafın içinde yapayalnız buldum kendimi. Belki de bu yüzden kaybolmak istedim çünkü biz kendimizi kaybedemedik, birbirimizi kaybettik. Güzel günler, ölümlü faniler gibi gelip, geçiciydi. Boşlukların güzel günlerle ilgilisi yoktu, biraz yalana ihtiyacım vardı, ağzımı açamadım, kalbimi parçaladım. Kendimi yok etmeye çalıştığım yerde senin kelimelerin duruyordu, üzerine basmamak için, düşmemek için biraz daha yaşamaya kalktım, yaşadım, romanlar ucuz, hayat pahalıydı. Yaşamanın birkaç organın çalışmasından ve saat gibi çalışan, arada hızlanan ya da tekleyen bir kalpten fazlası olduğunu bilerek yaşadım, böylesine yaşamak azaltıyordu ömrümü. Yaşamak kelime içinde kullanıldığı gibi durmuyordu benim hayatımda, yaşayamamak diye yansıyordu hikâyeme.

Ondan vazgeçmen gerektiğini anladığında, ancak farkına varırsın ki, ne kadar çok şey var, vazgeçmen gereken. Bir sürü şarkı, bir sürü sokak, bir sürü anı. Bir hayat, ertelediklerine geri dönmek istediğinde artık geç kaldığını öğrenirsin. Sen aslında hiç yapamayacağın şeyleri bile onun için yapıyorsundur ve artık anlamı yoktur hiç birinin. Kendini tüm bu anıların ve hatırladıkların içinde öylesine yabancı hissedersin ve öylesine bir boşluğa yuvarlarsın ki… Hepsinden geçtin diyelim, günlük kullandığın kelimeler, kelimeleri kullanırken, onu anmaların, sırf onu hatırlattığı için, bahsettiğin şeyler, şarkılarda onun adının geçmesi ya da senin ona hitap ettiğin şekilde karşına çıkması kelimelerin. Sokakta bir çift sevgilinin, onun elini tuttuğun gibi tutması sevgilisinin elini ve onun gibi bakması, aslında bakamaması. Başkalarında gördüğün eksikliklerde bile onu anımsadığın. Her canın acıdığında onu hatırlamaların, en ufaklarında bile. Sanki o teselli edecekmiş gibi, içinden adını defalarca tekrarlamaların, iyi gelecekmiş sanki bir teselli verecekmiş gibi ona sığınmaların, gizliden, onun haberi olmadan. İçinde tüm bunlara cevap bulmaların, aslında soruların baştan beri yanlış olduğunu bilmelerin…


Büyülü sözler, zengin kelimeler, imkânsız aşklar falan da bir yere kadar, insan eninde sonunda anlaşılmak istiyor. Ben seni anlaşamadığımda da seviyordum, ama canım artık daha az şey istiyor, anlaşılmak da bunlardan birisi, hatta hiçbir şeyi istememeyi istiyorum ben. Kitaplardan bile daha az etkileniyorum, her şeyi daha az kafama takıyorum ya da hep takıyorum o taktığım şeye, ortası ya da olması gerektiği gibi olmuyor hiçbir şey. Eskiden daha çok konuşur, daha çok gülermişim, şimdilerde ise daha az konuşup, daha fazla düşünüyorum, ağladıklarımı, yanında pişmanlığın kendime olan pişmanlığımın haksızlığıyla zaman geçiriyorum. Arada midye kokan sokakları geziyorum, onu hatırlattığı için, özlediğim için. Hayır, midyeleri özlemedim. Onu özlemek, bunca şeyden sonra belki de benim midesizliğimdi. Biraz fazlaydı bedenime, ruhum doyar zannettim, bu fazlalığın kendimi çıplak zannettirip, böyle üşüteceğini bilmiyordum.  Yine de oralı olmadım, zaten hiçbir yerli değildim ben.

Yirmi Beş Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut 

17 Aralık 2015 Perşembe

Kafiyesiz ve Mutlu

Eninde sonunda her şetden bir gün muhakkak tiksineceğimi bilmek, midemi bulandırıyor!



Eninde sonunda her şeyden bir gün muhakkak tiksineceğimi bilmek, midemi bulandırıyor!

Kalbimle derim arasına sıkışan şeyler var, yaşamak denilen masalın, ansızın çıkan kâbusları gibi geçiyor zaman. Alışamadığım bir sürü şey oluyor ve alışamayacağım. Alışmak belki de en başta kendi kalbine ihanet, herkes seviyor alışmayı, haksız yere düşmelerim, düşüncelerimi artırdı, birkaç yılla kıyasladığımda solladığımı düşünüyorum konuşmadan seslenmeyi. Neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyor bazı cümleler, alıcısı da, anlayıcısı da çıkmıyor. Eski zamanlarda posta trenlerinde hikâye satanlar bile daha çok anlaşılıyordu eminim. Masalımı öyle eski ve öyle değerli zannediyorum, her eski antika değeri kazanmıyor, her etki de herkesi etkilemiyor. Hayatımı tam orta yerinde durdurup, kocaman, büyük harflerle “SON” yazmak istiyorum, kalemim yeteneksiz o son cümleyi yazamıyor, belki ben yok olduğumda aklı başına gelecek kalemimin de… Uyurken birdenbire uyanmalarım, korkularım da kalbimi durdurmuyor, hep daha fazla atıyor, koşan ve heyecanlı bir at gibi, ne zaman nerede duracak kalbim. Kenarına sıkışan şeyler var, hayatla zorum var, biliyorum, kolay gelmedim çünkü bu hayata, kolay sevmedim, gelişim zorlu olduğu için belki de gidemiyorum hâlâ. Ya kalbim duracak yerinde ya da ben. Seçme hakkı bana tanınsaydı, bu kadar ileri gidemezdim, boğazıma takılan şeylerin erimesini bekliyorum saçma bir şekilde. Herkesi affetsem de gitmek isteyeceğimi biliyorum. 

Kaç yanlış daha olması gerekiyor, gidebilmem için, içimdeki doğru bildiğim şeylerin bitmesi için? Kaç yıl daha susmam gerekiyor, Allah iyi insanları yanına erken alırmış, daha ne kadar iyi olmam gerekiyor? 

Kalbimin bana ait olduğunu anlamam için, kırılması gerekiyormuş, tıpkı başka şeyler gibi, insan kaybedince, yitirince ya da deformasyon geçirince anlıyor bir şeylerin kıymetini. Kalbimde de öyle oldu, oysa hiç düşünmeden vermiştim başkalarına, paylaşmayı seviyordum ama onlar kendilerine sunulan şeyin kıymetini bilmeyip, bozmayı, harcamayı seviyorlardı ya da gerçekten bir şeye tam anlamıyla sahip olamamışlardı. Yitirilmişlik, eziklik ve sonsuz boşluk geriye kalan. 

Kırmızı ayakkabının içine, pembe çorap giyecek kadar hasta ruhlu biriyim ben. Uydurma gibi takıntılarım yok, aksine uyduramama gibi takıntılarım var benim. Buradayım, hastalığımı ve sağlıklı alanlarımı olduğu gibi kabulleniyorum, tabi en çok da insanları. Yoksa hâlâ içinizde ruh gibi dolaşıyor olamazdım. Keşke her gün yaşamasam diyorum, her sabah uyandığımda, ilk önce kendimi kontrol ediyorum, yaşıyor muyum diye. Yaşıyormuşum, tıp kurumuna, nüfus müdürlüğüne ve bilumum kurumlara göre. Duyguların o kayıtlarda işi yok, gereği de yok, benim ölümüm bu yüzden görünemiyor, ama hissedilebilir, en az benim kadar ölü birileri tarafından. Belki onlarla ruh komşuculuğu da yaparız. Her şey olur benden, ama mutlu biri olamaz. Mutlu biri ya bir geminin arkasından el sallarken, öylece heykelleşti veya otobüsü olmayan bir durakta öylece kalakaldı ya da bir tramvayın altında ezildi, bunlar hep bakarken oldu, beklerken oldu, severken oldu, kimsenin duymadığı bir masala inanırken oldu. Şimdi ben susuyorum, içim durmadan konuşsun. Onu dinleyecek hâlim de yok, gidiyorum. Zaten çoğu zaman aldırış etmiyorum, korku ve saygıyla başımı sallıyorum sadece, evet, öyle anlamında, belki ben de artık inanmıyorum içime, belki o da memnun değildir, benim içim olmaktan. 

Daha ne kadar merhametle anacağım seni, bilmiyorum, zaman bu kadar acımasız davranmışken. Hile hurda yok anlattıklarımda, ellerim titriyor, gözlerim titriyor, görüş alanımdaki her şey sallanıyor. Ellerim hariç, onlar her şeyden hariç ya da her şeyden biraz var onlarda, birçok şeyin içinde ya da dışında. Üşüdükçe kendi ellerime sarılmalarımdan biliyorum, ellerim unutkan bundan böyle, üşüdükçe o donma hissi uyuşturuyor duyguları, ellerin unutuluyor, uzun zamandır unutuluyor. Bunu donma hissine değil de, senin hissizliğine borçluyum. Güzel ödedin bedelini merhametimin ve fedakârlıklarımın… 

Önce kırıl, gözlerin dolsun, bu ağlamaklı, titrek sesinin, sinirden mi yoksa kırılmaktan mı olduğuna karar vereme, daha da bir anlamsızlaştır şu zamanı, sonra otur, ağla, hiç kimse yokmuş gibi ağla. Oturduğun yerde gözyaşlarını bırak, kalk, yüzünü sil git, aynaya bak. Sonra yine gülümse, hiçbir şey olmamış gibi yap. Hep bir şey olduğunda yaptığın gibi, alışkınsın sen zaten, kırılsan da kırılmazsın ki…

Alelade örneklerim var benim, hayatla ilgili, yaşayamamalarla ilgili. Büyüttüğüm çiçeklerin saksıya sığmadığı gibi, yüreğimde büyüttüğüm sevgi de içime sığmadı, sana da fazla geldi. Benim bünyeme yetmedi, sana da arttı.

Dokuz canlı bir canavar belki de umutlarım, ama çoğu öldü, tahminimce ortalama dört yıl içinde ölmeyi düşünüyorum, bu eski bir ezber, miras gibi bana kalan. Susmayı sevdiklerimin ardından hiç “gitme” diyemedim, daha çok beklediğimi bildikleri için, beklettiler. Yine de “nereye gidiyorsun” demek istediğim birisi olsun isterdim, şu hayatta yanımda, ona çok güzel bir cevabım olacaktı; “cehennemin dibine gidiyorsan, ben de geliyorum”. Yaşamak sonradan yakaladığım, kucağımda patlayacak, hazır bir yakartop. Onunla ne yapacağımı bilmiyorum.

İtirafıma canım yanmadan önce başlamak isterdim, hiçbir şey olmadan önce. Sırtımdan vurulmalarım, yüreğimin burulmalarını solladı, sol tarafımdı, hatırlıyorum, gün ortası, güneş tam tepedeyken, her şey büyük bir şiddetle geçsin gitsin istemiştim, akşam karanlığa karıştığı hâlde geçmemişti, ay gün gibi aydınlattığında da sokakları gitmemişti içimdeki sıkıntı. Seninle olan huzursuzluğum, hayatımdaki diğer tüm huzursuzlukları solluyordu, sen sol yanıma bir şey yapıyordun, tartamıyordum bu yükün ağırlığı ve ölçemiyordum acının şiddetini, tarif edebilseydim eminim şuan burada bunları yazmaya çalışmaz, karşına dikilmiş, kendimi ifadeye zorlardım. Tüm bunları yüzüne haykırmaya çalışıyordum, sen de muhtemelen ağzımdan çıkan o sözlere değil de, gözlerime bakıyordun… 
Günahlarımdan önce, bedenimi terk etmeyi isterdim, bu bedenden çıkmayı, yapabilirsem uçabilmeyi, uçarken, biliyorum eylülden kalma yapraklar çıkar yoluma, belki birlik olup, yoluma düşerler. İçimdekiler döktüğümde, o hafifliğin ağırlığında sallanırken, dünyaya son bakış, o memnuniyetsiz yük, kelimelerin ağırlığı okunur gözlerimden. Diyebildiklerimden çok, diyemediklerim biriktikçe ruhum ağırlaşıyor, ağrı bu ağırlıktan miras bedenime. Geçmiş bir türlü temizlenmiyor gözümde, mazi kabuk bağlamayan bir yara, yaramdaki darp, yüzümdeki acı, susuzluğumdaki sonsuzluk, ömrümün tam ortasındaki üç yıllık sayfanın kopmuş yaprakları, nasıl olursam, öyle öleceğim. Yüksüz, nedensiz. Kinayesiz, kafiyesiz ve haklı.

Ne kadar gülsem de, acı bulaşıyor sözlerime. Okunuyor, tıpkı birisi yaşamış, birisi yazmış, birisi okumuş gibi, bir doktor eli değmiş gibi, düzensiz. Ama miş’li geçmiş zaman değil. Düzensiz ama belirgin, ne kadar saklasam da okunuyor ve dokunuyor.


On Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut

1 Aralık 2015 Salı

İç Döküntüsü


Artık benim bu hayattan alacağım oksijen kalmadı.

Bu hayatın bana gelişi, ağır hüzün, eski bir elden. Cesaretimi toplayacak kadar zamanım olsaydı, saçlarımı toplamak yerine, böyle kolay bitemezdi, korktuğum sensizlikti, vakitsizlik de değildi. Şu hayatta hep unutulmalarım baharlara denk geldi, ilkbaharı yaşarken, sonbaharda buldum kendimi. İnsanlar istasyonlarda genellikle sevinir ya da üzülür. Benim ikisi de aynı duyguyu barındırıyordu, sevineceksem muhakkak üzülecektim de aynı zamanda. Bir farkı yoktu, gitmenin ya da kalmanın. Yine de insan tek bir güzel an için bile gitmek istiyor, hatta her şeyini kaybedeceğini bilerek çıkıyor yola. Kaybedeceklerin hiçbir zaman fikrini değiştirmiyor. Kasım’da hep susmalarım artar. Önümden bir ömür geçiyor, ömrümden bir eylül daha düştü, düşenlerin içine düşlerimi koymayı da ihmal etmedim hiç. Aralık geliyor, temmuz susuyor, ağustos kayıplarda. Kaybolan ya da yenilen zamanın içindeyiz. Haberimiz yok birbirimizden. Tek ses ömrümüzü sallayan rüzgârın sesi, dallar sallanıyor zannediyoruz. Parmaklarım susturulmuş bir enstrüman sesini tekrarlıyor, suskunluk ömür boyu. Üşüyorum, ısınamadığım şeylere, üşüdükçe çay demleniyor, bahçede bir kaplumbağa hareketleniyor, biraz ısınıyorum, pencereye vuran güneşle bir alakam yok, kalorifer petekleriyle olduğu kadar. Hiç söyleyemediğim şarkının notaları besteleniyor, yankıları hâlâ kulaklarımda, kış günleri ansızın doğan güneşi görmüş gibi seviniyorum, benim de sevinebildiğim şeyler var henüz. Vakit erken, hem de bu vakitsizlikte. Dünya merhametini yitirmiş, bir yaratık gözümde, içindekiler de farksız. Ölümden, candan bahsetmek varken, kelimeler diziliyor boğazıma, yutkunamadıklarım büyüyor, bir gün bir canavar olup, çıkacak diye çok korkuyorum. Isınmalarım başka ülkelerde rehine kaldı belki, üşüdüğümden beri, bir parçam üşüyor da, o küçük, üşüyen parçam, tüm benliğimi sarıyor gibi, bazen büyük şeylerin bitmesine neden olan küçücük şeyler vardır. 

Uzun saçlı düşlerim yok artık, öyle çok uzun boylu hayaller de kurmuyorum, ömrü de kısa umutlarımın. Bir tek rüyalarım uzun, beni ölüme yaklaştıran şeyler uzayıp, gidiyor. Gidişini de ölüme benzetiyorum bu yüzden, uzunca bir yol, uzun bir beklemek, upuzun susmak. Sevmenin se’sini bile barındıramamışken yüreğinde, kalp ağrısından bahsetmek ne kadar da yersiz. İnsafını alıp, gitmişler içindeki çocukla birlikte, büyümedik desek kim inanır yüreğimizdeki boşluğa? Üstelik gözlerimiz bu derece ağlamaya hazırken, geceleri hep yaşlı şarkılar dinlerken, tuttuğumuz yası duvarlardan başka kim bilebilir?

Ağaç diplerinde mutsuz büyüdüm ama yine de zamanımın insanlarına göre çok mutluydum, mutlu olmadan mutsuzluğuna da anlam bulamıyor insan, öğrenemiyor ne olduğunu o an için hele bir de o zamanın tam içine hapsolmuşsan… Dileklerim de yetişmedi ömrüme, diktiğim şişeler de, küfürlerim belki yetişir dedim, belki gökyüzünde önceki asırdan kalan bir isyanlar birleşip, belki birlik oluruz dedim, yağmur yağarken sevinen, yağmur ortasında mutsuz, yağmur sonunda ağlamaklı biriyim ben. Mutlu nasıl olunur bilmem, ama çok güzel hüzünlü olurum, güzel olunca mı hüzünlenirim bilmiyorum. Çağıma ayak uyduramıyorum, kimseyle iki sohbet edemiyorum, uyamıyorum ama uyuşuyorum çok güzel. Yazdıklarım hiç devam etmiyor bir öncekinin kaldığı yerden, hepsi kendine başına kelime cenazesi sanki…

Her gelmediğin gün, biraz daha büyüdü yüreğim ve uzaklaştım kendimden, sokaklarda bile bulamaz oldum, üstelik sevdiğim sahil kenarlarında, o ağaç diplerinde bile yoktum, hüzünlü ve sokağa atılmış, külleri bile kalmamış yalnız bir izmarit gibi hissediyorum kendimi, tek dudakla bir ömür. Zaman geçip de gelmeyince, günlerimi başkalarının arasına kaynaşarak geçirmeye başladım, “bu günler böyle diyordum” her seferinde, geçeceğine inanıyormuş gibi yapıyordum, kendim uzaklarda olduğum için, inanıyordum da üstelik. İnsanların arasına karışarak, onlardan biriymişim gibi davranıyordum, büyük ve hazin sonumu kabullenmiyordum bir türlü. Yıllarca aynaları hayranlıkla seyrettiğim yüzüm, bir tek saat içinde eskidi, dış görünüşüm bu kadar etkileniyorsa, kim bilir ruhumda ve o görünmez et parçası yüreğimde ne habisler dolaşıyordu. 

Anımsamak ve bazı şeyleri yeniden düşünmek, beni daraltıyor, daraltıp, bir çukurun içine yuvarlıyor, onulmaz yaralarıma yenilerini ekliyor. Oysa ben büyük bir mutlulukla hafızamı bağışlardım, anımsamak isteyenlere ve öldürmek isterdim, içimdekileri. Birini öldürmenin bir sürü yolu vardır ama en güzel öldürmek içindedir, kendini yok etmenin de bir sürü yolu vardır, bazen neden başkaları tarafından öldürülmüş insanları, içimde diriltmeye çalıştığımı anlamıyorum. 

Bulut gibiyim, yağmurun yağmasını bekliyorum. Kirli bir boşluk beni aşağıya çekiyor, soru işaretleri buğulu bir pencere...
Birbirimize mucize gibi görünsek de, yeryüzünün ilk insanları gibi gerçek bir hamurdanız, kolay kırılır, eğilip, bükülüp, zamanla olgunlaşırız. Üstelik seninle aynı yaşa girmeyi bekliyorum ben. Sonsuzluk diye bir şey hiç olmadı sadece insan sarhoş hissettiğinde, o sonsuz boşluğun içinde yuvarlanıyor...
Eskiciler ve yeniciler ve çoğunluğu takma kalpli...

Ne gibi olduğumu bile bilemiyorum. Sağanak yağmur sonrası terkedilmiş sokaklar gibiyim, ne okuduğumu anlıyorum şu aralar, ne de ne yazdığımı biliyorum... Tek kelime; huzursuzum, tavana kadar. Buzdan bir çölün altında bir masal gibi yatıyorum, sessizce. Fısıldadıklarım çözülmeyi bekliyor. Martılardan başka kimseyle konuşmam ben artık bu saatlerde, herkesin ya utancı eksik ya insanlığı ya merhameti. Kemikler ölmeden de sızlayabilir, bazı şeylerin olması için, bazı kurallara ihtiyaç yoktur. Ayrıca kalbin de kemiği yok ama sızlayabiliyor.

Şimdi "susacak şeyler" var aramızda, başka da bir şey yok, ama bu suskunluk tüm bir hayat hikâyesini içine alıyor, bir daha da geri vermiyor. Susuyorum, başka bir şey bilmediğimden değil, bu ağırlığı ancak susmanın anlamı kaldırabilir, o yüzden...

Yapabildiğim en güzel şeyi yapıyorum, gülüyorum. Belki de ağlanacak hâlimden miras kaldı bu bana. İnsanları anladığım ya da anlamadığım için değil, sadece bunu yapabildiğim için gülüyorum, bu bir zorunluluk değildir, sorumluluk da değildir, yalnızca içimden öyle geldiği için yapıyorum bunu. Gülüşlerimde ne öfkemi gizlemek için bir çaba var ne de gerçekten neşeli bulduğum olaylar var, hiç bir şey yok, düz bir şey gülmek benim için, yalın ve net. O kadar.
Artık bizim yakınlaşmalarımız, ancak uzaklaşmalarla ölçülebilir.

Ne zamandır içime senle alakalı yeni bir şey eklememiştim, ayıp etmişim doğrusu. Her kötülükten halliceyim, iyilikten biraz az, sorgulanamayan şeylerin kıvrımında kıvranıyorum. Tümcelerin pervazında, pervasızca gülümsemelerim ahlaksızca karşılanıyor, ahlak kime göre artık? Yazamadığım defterlerin, içimde biriken amansız cümlelerim vardı, harcayamadım, tutumluluğumu babamdan almıştım, israf etmeyi de sevmezdim. Kulağımda taşıdığım müzikler kadar, çekmecemde kalem saklıyordum, iç içe geçmiş hayallerin balkonundan aşağıya sarkıyordum, düşsem düş olacaktım, gerçeği olmayanın düşü olur mu hiç bilemedim. Gözlük kabının içinde sakladığım hatıraların, kurumuş ama eskimemiş kokusu, bir çeyiz sandığından daha değerli şeyleri de olmalı insanın, hayatta, yaşıyorsa… Yüzümü dertsiz, tasasız, adada bir sabah rüzgârına çevirmek isterdim, dört yanı denizle çevrili ada parçası, ilk defa beni sarmalasın isterdim, kendi sarılmışlığına aldırmadan, defterlerimle yazamadıklarımı doldurup, sonra kuşlara uçak yapmak isterdim. Dingin, dinlenmiş bir sandalyede öylesine otururken, sandalye sallanmasa da olur, yeterince sarsılmışlığım var üzerimde, kendi kendime de sallanabiliyorum hâlâ…

Dalgaların hâlâ tanıdık olduğuna eminim, üstelik şu fırtınaya rağmen. Dışında dalgaları olan birinin, içinde fırtına olması kadar doğal bir şey yoktur, kışın çıkan güneşin tüllerden içeriye izinsiz girmesi gibi bir şey bekliyordum, ansızın, hazırlıksız yakalansın dağınık yatağım. Hayata hazırlıksız yakalandığımdan beri, içimde haberim olmadan yerleşen o hüzün gibi bir şeyin de aniden geçmesini bekliyordum. 

Yirmi Beş Kasım İki Bin On Beş 17 00
Nevin Akbulut