Eskiden güzel
gülerdim
Çünkü gülecek güzel
şeyler olurdu.
Küçücük tesadüflerin, büyüttüğü bir hikâyeyiz biz artık ve
hikâyemizin içinde boğulduk, önce küçüldük, sonra da yok olduk. Bizi artık
büyük tesadüfler bile kurtaramaz. Bu dünyaya değil bir çocuk, bir kahkaha, bir
kedi, bir köpek, bir kırmızı bile getirmek istemiyorum. Ancak kelimeler var, onlar
da elimde değil, kalbimde. Pek sayın kalbimde.
Zamanın içinde
sanki bir zaman daha var; belirsizlik. O zamanın içinde kayboluyorum yavaşça,
hissedilir bir şekilde. Hayatımdan söktüğüm sözler vardı, hayatında, almakla
çalmak arasındaki o ufacık fark ile kalbine giden yolun üzerinde ayaklarım
akraba olmuştu cam kırıklarıyla. Kalbim sürekli konuşuyor, dilim anlatmaktan
yorulmuştu, gözlerimse hâlâ anlatıyordu, geçmiş zaman ekli mutlulukları… “Eskiden böyle miydik?” diye şarkı sözleri
yazıyordu ellerim, en güzel cümleleri yerinden koparan elim, günler pırıltısını
yitirdi, yıldızlar çok uzaklarda yanıp, sönüyor. Dilim, muğlak, her şeye istemsizce
gülen -mutluluktan değil- bir dinleyici, hayat garip bir komedyan, üzeri tozlu,
yazılan tüm şiirleri iade etmek istiyorum, yerini bulamadıkları için ve
yersizliğimi yüzüme bir tek onlar vurabildikleri için. Sokaklar kadar alıştım
kimsesizliğime, kendi beşiğimi kendi ayaklarımla sallamaya, dudaklarımdaki
gönülsüz gülümsemeye…
Elimin tersiyle
ittiğim kâğıtlarda, ağıtlarım birikiyor, bir çingene sigarası dudağımdaki
gülümsemenin yerini sahipleniyor. Toza alışığım ben, dumana da alışıyorum, mürekkebi
içime çektiğim gibi, kâğıda dökülen yerlerinden tutuşuyorum, bu kadar
tutuştuktan sonra, tutunamamak, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı
anlamını çoktan içeriyor. Gözüme kaçan tozun ağlattığı gözyaşlarımla sarhoşluğumu
biriktiriyorum, akşamüzeri, sahile dökmek için. Tuzla tuzu kavuşturmak için,
birleştirmek için, diğer tüm ayrılıklar adına, yarayla yarayı iyileştirmek gibi
bu, yoksa şu sızı, susuz böyle ebediyete kalırdı.
Nasıl anlatayım
koklamadan, yaşanılan tüm o yılları bir günde silebilecek güce sahibim. Beni bu
güce iten şeylere, sonsuz kaygılarımı sunuyorum, tasalarımı kenara atıyorum,
yüzümdeki endişeyi donduruyorum, beraberinde bir gülümseme ekliyorum, o hep
var, o hep varmış gibi, o hep olacakmış gibi, gülüyorum. Aklıma geldiğinde en
çok beni ne güldürüyorsa, günlük uğraşların içinde, gülmek için tekrar onu
aklıma getirmeye çalışıyorum, hep yeni bir şey oluyormuş da, hep gülüyor
gibiyim.
Bazılarının
yüzüne bir dakikadan fazla baksam, içlerindeki kötülüğü görecek gibi oluyorum.
Kimsenin kalbi şeffaf değil, buna rağmen, üstelik o çirkin et parçası, bizi
nasıl da çıkmazlara sokuyor. Bazı hayallerimi gerçek hayatta görsem, büsbütün
soğuyacağım yaşamaktan. Bazılarının karşıma çıkmasını istediğim hâlde,
çıkmamalarına sevinmem, üşengeçliğimden değil de, ileriyi biraz daha geriden
görebilmemdir. Gece gölgelerini katlayıp gidiyor, sokaklar öksüzlerin
çıplaklığı, korkularımız daha da katlanıyor, üzerimde bir tek kırmızı manto,
ellerim ceplerimde, tüm yalnızlar gibi ve yanlış yürüyenler gibi. Ellerim
gündüzden kalma, yavru köpek kokularını seviyor. Bazılarını bu karanlıkta
görsem, dayanamam biliyorum. Kelimeler peşimi bırakmıyor, türlü anlamlar
yüklüyorum olmayışına, varlığını intihar ettiğim yerde ağlarken buluyorum. Bir
dil yetmiyor lügatime, beni anlamaların bitmiş, durduğun süs, varlığın yokluk,
başka bir şey değil bu karanlık. Kıyıya bıraktığım bira köpükleri, sahildeki
köpüklerle dalga geçiyor, en ağladığım şeyi hatırlayıp, bir daha ağlıyorum,
anlamıyor ne gece, ne de gecenin içine karışanlar.
Kelebek kanatlarından
ödünç alıp, yaptığım kalbimin gece vakti yaşama süresi dolduğunda, bir
mürekkeple can bulacağına inanışlarım, yaşayacağını zanneden diğer tüm şiirler
gibi kendimi yaşayacak zannetmem… Oysa pulla tuzun, tuzla tozun yer
değiştirdiği zamanlarda bir tek zerrecik kadar bile olamayışım, noktadan hesap
sormalarım, yine de kalbime sızmalarım, ölü bir kelebek gibi.
Her şey artık
çok fazla geldi bana, kimsenin göremeyeceği yerlerde ağladım, ağladım
sayılmazdı bu, kendimi hırpalamadım ama ruhumu, bir kuyunun içinde oradan oraya
vurdum, herkes iyi şeyleri yok etmeye çalışırken, en çok ruhum zedelendi.
Kuyuda bile susuzdum ve beni artık bir tek Yusuf anlardı. Ani bir ölüm düşledim
hep, bir trafik kazası, kalp krizi ya da intihar. Kanseri saymıyorum, o ani
değildi, yıllar içinde yine öldürememişti beni. Tüm dünya üzerime geliyor sanki
bir sen gelmiyorsun. Gittikten sonra, bu şehir üstüme yıkılır zannettim,
olmadı, görünürde hiç kötü bir şey olmadı, mucizelere inanmayı küçükken
öğrenmiştim. İşte bu inandığım şeyler de olmadı, mucize gerçekleşmedi, gelip
sarılmadı bana, yaralarımı da sarmadı, beni en iyi Eyüp anlardı. Beni
anlamayıp, anlamaya çalışanlar kalabalıktan başka bir şey yapmadılar,
sıkıcıyım, duygusal ve yağmurluyum. Ölümü düşünüyorum daha çok intiharla ve
iftiharla. Belki biraz günah işliyorum. Yorganı başıma çeksem hatta yatağı
komple kafama geçirsem de yağmurlu gecelerden korkumu engelleyemedim
kulaklarıma. Basit öykülere inandım, güzel şarkılar dinledim, güzel sözler
ezberledim, mükemmel şiirlere âşık oldum, yazanlara değil. Her yazıyı yarım
bırakıp, kendimi tamamlamaya çalışıyorum, bir kere kayboldum, bu yüzden bir
daha kaybolma ihtimalim de yok. Bulamıyorum, şiirimdeki en önemli, en hüzünlü
ve en sevinçli imgeyi, ölmek istiyorum bu yüzden, tertemiz bir nefes alırken,
kocaman bir nefes, ciğerlerime kıyamete kadar yetecek bir nefes. Ölümden başka
bir şeye inanmıyorum, inançlar hayal kırıklığı yaratıyor. Yaşıyorum ben oysa
ölür gibi, hayal gibi, bazen yeniden doğar gibi.
İnsan hatırlamak
istediği şeyleri, unutmamak için anlatır. Ben uzun zamandır bir şey
anlatamıyorum. Hayata dair sağlanacak tolerans kalmadı, biraz
daha kaygılanayım...
Ağlıyordum,
herkes sesim nemli zannediyordu, kalbim rutubetliydi, küçüklüğümden beri ya da
büyüyemediğimden beri. Gözlerimi şişiren yaşların, gözkapaklarımı
kalabalıklaştırdığı günlerde, bacası tüten eski bir eve saklasam hatıralarımı,
dokunulmasalar, gözkapaklarım gibi, dokunulmaz olsalar. Çiçekleri akışına
bıraksam, dünyayı değil, akmıyor dünya, zaman da akmıyor, sadece biz bize
ayrılan sürenin sonuna geliyoruz, kendi vaktimizden tükeniyoruz, kırmızı
çiçekler aşkına. Ne zaman izlesem Yeşilçam filmlerini bir ağlamak tuttururum,
duman gibi, ellerim titrer, hiçbir şeyin beni teselli edemeyeceğini bildiğim
hâlde, bir kavuşma sahnesi olur mutluluk. Demek ben çoktan alışmışım zamanın
içindeki zamansızlığa ve ilgisizliğime, konumumu bildiremiyorum, çok zamansız,
az yerliyim buralarda. Ayaklarım gidici gibi, bir salyangoz kadar, sahibim
sokaklara, onun parlak izinde yürüyorum, az gidiyorum, sonra gidemiyorum. Kırıklarımı
bıraksaydım gitmeye çalıştığım yollara, kolayca bulunurdum, ama bırakmıyorum,
onları da götürüyorum peşim sıra. Tüm nefeslerimin bedelini peşin ödemiş
gibiyim, bunca kırıklıkları taşımama rağmen, yine de hafifledim, kendime
gelememek gibi meziyetlerim var, belki bir tozla bir tuza karışırım, belki bir
gözyaşı olurum yine kalbimde, süzülürüm, kâğıtlarını kopardığım güzel
cümlelerin içinden.
On Altı Mart İki Bin On Altı 12 40
Nevin Akbulut