25 Aralık 2015 Cuma

Anıların Rahatsızlığı



Anıların da bir ömrü vardır, sonra kâbusa dönüşürler.

Kendimi en sakin yerde terk ettim. Bir masanın başında oturmuş, porselen kupamda son kahvemi içiyordum, bitmesini erteliyordum, her şeyin bitmesini ertelediğim gibi, zamanın geçmesi hayatıma bir hediyeydi, uzun zamandır hediye almamıştım. Dünyanın sokaklarından geçmiştim sessizce, bir sürü rüya görmüştüm, eğer böyle giderse görmeye de devam edecektim. Rüya işine son vermek istedim çünkü gerçeklerden daha fazla şey oluyordu oralarda. Kaç tane yirmi dört saatim varsa hepsini de harcadım, umutlarımın bittiği yerde, bir tek gecede tükettim her şeyi. Payıma düşen ters oturan sandalyeyle birlikte, ıslak, camdan bir şey gibi soğukluk hissettim. Acıdı, ama batar gibi bir acı değildi, o dokunan yerden başlayıp, tüm kalbimi kaplayıp, sızan bir acıydı. Bazı şeylerin izahının yetmediğini biliyorum, belki de bu yüzden eksildim.

Bu kadar zamanda en azından ufacık bir değişiklik olmalıydı içimde, en azından yaşanılabilir olmalıydı günler, geceler bu kadar uzamamalıydı. Göğsünde görünmeyen yaralarla daha fazla uzağa gidilemez, inanmışlığıma saplanmıştı, gündüzken birdenbire gece olmuş, korkmuş, hiçbir şey yapamamıştım. Dilimde en az kalbim kadar kırık bir melodi, inanmam gerekenlere bir türlü inanamıyordum. İnatçıydım, inanç duvarlarımdan zıplayıp, atlayamıyordum.

Sırtımda bir yaradan çok iki el olsun isterdim, kendi ellerim, soğuk ve kimsesiz ellerim. Kendi ellerim olsaydı sırtımdaki, hiç düşünmeden büyük bir cesaretle aşağıya atardı kendimi. Ama sırtımda iki el yok, kanat da yok, yaradan ve ciğerden başka bir şey yok. Sırf çirkin görünmesin diye yaralarımı gülümsemelerimle gizledim çünkü böyle daha güzel olacaktı, yaralar çirkinleştikçe, daha güzel gülümsedim. Değişim zamanının, zamandan daha çok değişen insanları, bir çırpıda olmuşları olmamış gibi göstermeleri, daha da yabancılaştırdı, keşke yalnız kendime değil de herkese yalan söyleyebilseydim, bir çırpıda gidebilseydim o uzaklara ya da kendimi yok etmenin bir yolunu bulabilseydim. Kandırdığım kendimdi ve ben yine hiçbir şeyi anlatamıyorum. Kör bir bıçak elimdeki, dilimi kesemiyorum, kendim de kesilmiyor. Kelimeler peşimi bırakmıyor.

Doğru delirdim ben. Doğru sustum, belki zamanı gelmemişti susmanın, ama içimdeki kelimeler yerine oturmuştu, izahı yoktu, ondan sustum. Beynime hücum eden kelimelerin kifayetsizliğiydi belki de beni susturan, inancımı birilerinin yüzüne vurmam gerekiyordu.

Hayatının satır aralarına sıkıştırırken kendimi, kaçak göçek tıkıştırırken beni, oradan oraya hırpalarken ruhumu, sen hayatımın satırlarında ana başlık gibi bir şeydin, bazı şeylerin anlamsız olması, bana anlamsız gelmeyeceği anlamına gelmiyordu. Senin için ne kadar anlamsızsam, benim için o kadar anlamlıydın ve bu anlam bulduğum anlamsızlıklar yüzünden uykularım düzensizleşiyordu, hiç kimsenin aynı cevabı veremeyeceği sorular birikiyordu beynimde. Anlam bulduğum saçma şeylerin anlamsız gelmesi gerekirken, o anlamlarla (anlamsızlıklarla) yeni bir dünya kurmuştum kendime. Aslında yok olmakla ne kadar da iyi ettin, hiçbir zaman gerçek bir şeye inanamayacağımı biliyordum. Beni bu rüyadan (kâbustan) uyandırdı. İyi oldu bana.

Seni severken, birdenbire bir ömrün dışına taşmıştım, daha büyük şeyler yaşıyordum sanki daha az nefes alıp, daha büyük, mutlu zamanlar geçiriyordum. İçim, dışımdan daha büyüktü sanki sığmıyordu.

İçimdeki benden biraz daha soğudum bugün. Bazı şeylerden vazgeçebilseydim, ruhum biraz daha rahata ererdi, huzur vazgeçmektedir belki de. Niye hâlâ inat ediyorum? Üstelik bu kadar yorgunluktan bahsederken? Defalarca kendime tekrarladığım o sorulara daha yanıt bulamamışken, soruların bile yanlış olduğu düşmüyor mu aklıma? Elbette düşüyor, kucağıma, kadife eteğimin tam üzerine, elimi tuttuğumda diğer elimin daha soğuk olduğu ve dışına dokunuşum kadife hissi yaratıyor. İçimde hâlâ bir şeylerin bu kadar yumuşak kalabilmesi ve dışımın böyle başka bir şeymiş gibi durması… Uzaklaşıyorum içimden, içimin naifliğinden, yumuşaklığından, hüznümden kaçıyorum. Bir elim bile başkaysa benim, ben artık kendime bile benzeyemem.

Bir incinin içinde unutulmuş buldum kendimi ve yaşayamadığım bir hikâyenin içine hapsoldum. Daha iki parmak boşlukla başlayan satırlarım hayatımda uzunca bir sus boşluğu oluştu, üstelik parmaklarım küçücüktü, sayfalar dolusu boşluktu hikâyem. Bu kadar uzun boşluğu nasıl dolduracağımı bilemeden, sızlandım. Hayatımın başlaması için en azından birine daha ihtiyacım vardı ama paragrafın içinde yapayalnız buldum kendimi. Belki de bu yüzden kaybolmak istedim çünkü biz kendimizi kaybedemedik, birbirimizi kaybettik. Güzel günler, ölümlü faniler gibi gelip, geçiciydi. Boşlukların güzel günlerle ilgilisi yoktu, biraz yalana ihtiyacım vardı, ağzımı açamadım, kalbimi parçaladım. Kendimi yok etmeye çalıştığım yerde senin kelimelerin duruyordu, üzerine basmamak için, düşmemek için biraz daha yaşamaya kalktım, yaşadım, romanlar ucuz, hayat pahalıydı. Yaşamanın birkaç organın çalışmasından ve saat gibi çalışan, arada hızlanan ya da tekleyen bir kalpten fazlası olduğunu bilerek yaşadım, böylesine yaşamak azaltıyordu ömrümü. Yaşamak kelime içinde kullanıldığı gibi durmuyordu benim hayatımda, yaşayamamak diye yansıyordu hikâyeme.

Ondan vazgeçmen gerektiğini anladığında, ancak farkına varırsın ki, ne kadar çok şey var, vazgeçmen gereken. Bir sürü şarkı, bir sürü sokak, bir sürü anı. Bir hayat, ertelediklerine geri dönmek istediğinde artık geç kaldığını öğrenirsin. Sen aslında hiç yapamayacağın şeyleri bile onun için yapıyorsundur ve artık anlamı yoktur hiç birinin. Kendini tüm bu anıların ve hatırladıkların içinde öylesine yabancı hissedersin ve öylesine bir boşluğa yuvarlarsın ki… Hepsinden geçtin diyelim, günlük kullandığın kelimeler, kelimeleri kullanırken, onu anmaların, sırf onu hatırlattığı için, bahsettiğin şeyler, şarkılarda onun adının geçmesi ya da senin ona hitap ettiğin şekilde karşına çıkması kelimelerin. Sokakta bir çift sevgilinin, onun elini tuttuğun gibi tutması sevgilisinin elini ve onun gibi bakması, aslında bakamaması. Başkalarında gördüğün eksikliklerde bile onu anımsadığın. Her canın acıdığında onu hatırlamaların, en ufaklarında bile. Sanki o teselli edecekmiş gibi, içinden adını defalarca tekrarlamaların, iyi gelecekmiş sanki bir teselli verecekmiş gibi ona sığınmaların, gizliden, onun haberi olmadan. İçinde tüm bunlara cevap bulmaların, aslında soruların baştan beri yanlış olduğunu bilmelerin…


Büyülü sözler, zengin kelimeler, imkânsız aşklar falan da bir yere kadar, insan eninde sonunda anlaşılmak istiyor. Ben seni anlaşamadığımda da seviyordum, ama canım artık daha az şey istiyor, anlaşılmak da bunlardan birisi, hatta hiçbir şeyi istememeyi istiyorum ben. Kitaplardan bile daha az etkileniyorum, her şeyi daha az kafama takıyorum ya da hep takıyorum o taktığım şeye, ortası ya da olması gerektiği gibi olmuyor hiçbir şey. Eskiden daha çok konuşur, daha çok gülermişim, şimdilerde ise daha az konuşup, daha fazla düşünüyorum, ağladıklarımı, yanında pişmanlığın kendime olan pişmanlığımın haksızlığıyla zaman geçiriyorum. Arada midye kokan sokakları geziyorum, onu hatırlattığı için, özlediğim için. Hayır, midyeleri özlemedim. Onu özlemek, bunca şeyden sonra belki de benim midesizliğimdi. Biraz fazlaydı bedenime, ruhum doyar zannettim, bu fazlalığın kendimi çıplak zannettirip, böyle üşüteceğini bilmiyordum.  Yine de oralı olmadım, zaten hiçbir yerli değildim ben.

Yirmi Beş Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut 

17 Aralık 2015 Perşembe

Kafiyesiz ve Mutlu

Eninde sonunda her şetden bir gün muhakkak tiksineceğimi bilmek, midemi bulandırıyor!



Eninde sonunda her şeyden bir gün muhakkak tiksineceğimi bilmek, midemi bulandırıyor!

Kalbimle derim arasına sıkışan şeyler var, yaşamak denilen masalın, ansızın çıkan kâbusları gibi geçiyor zaman. Alışamadığım bir sürü şey oluyor ve alışamayacağım. Alışmak belki de en başta kendi kalbine ihanet, herkes seviyor alışmayı, haksız yere düşmelerim, düşüncelerimi artırdı, birkaç yılla kıyasladığımda solladığımı düşünüyorum konuşmadan seslenmeyi. Neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyor bazı cümleler, alıcısı da, anlayıcısı da çıkmıyor. Eski zamanlarda posta trenlerinde hikâye satanlar bile daha çok anlaşılıyordu eminim. Masalımı öyle eski ve öyle değerli zannediyorum, her eski antika değeri kazanmıyor, her etki de herkesi etkilemiyor. Hayatımı tam orta yerinde durdurup, kocaman, büyük harflerle “SON” yazmak istiyorum, kalemim yeteneksiz o son cümleyi yazamıyor, belki ben yok olduğumda aklı başına gelecek kalemimin de… Uyurken birdenbire uyanmalarım, korkularım da kalbimi durdurmuyor, hep daha fazla atıyor, koşan ve heyecanlı bir at gibi, ne zaman nerede duracak kalbim. Kenarına sıkışan şeyler var, hayatla zorum var, biliyorum, kolay gelmedim çünkü bu hayata, kolay sevmedim, gelişim zorlu olduğu için belki de gidemiyorum hâlâ. Ya kalbim duracak yerinde ya da ben. Seçme hakkı bana tanınsaydı, bu kadar ileri gidemezdim, boğazıma takılan şeylerin erimesini bekliyorum saçma bir şekilde. Herkesi affetsem de gitmek isteyeceğimi biliyorum. 

Kaç yanlış daha olması gerekiyor, gidebilmem için, içimdeki doğru bildiğim şeylerin bitmesi için? Kaç yıl daha susmam gerekiyor, Allah iyi insanları yanına erken alırmış, daha ne kadar iyi olmam gerekiyor? 

Kalbimin bana ait olduğunu anlamam için, kırılması gerekiyormuş, tıpkı başka şeyler gibi, insan kaybedince, yitirince ya da deformasyon geçirince anlıyor bir şeylerin kıymetini. Kalbimde de öyle oldu, oysa hiç düşünmeden vermiştim başkalarına, paylaşmayı seviyordum ama onlar kendilerine sunulan şeyin kıymetini bilmeyip, bozmayı, harcamayı seviyorlardı ya da gerçekten bir şeye tam anlamıyla sahip olamamışlardı. Yitirilmişlik, eziklik ve sonsuz boşluk geriye kalan. 

Kırmızı ayakkabının içine, pembe çorap giyecek kadar hasta ruhlu biriyim ben. Uydurma gibi takıntılarım yok, aksine uyduramama gibi takıntılarım var benim. Buradayım, hastalığımı ve sağlıklı alanlarımı olduğu gibi kabulleniyorum, tabi en çok da insanları. Yoksa hâlâ içinizde ruh gibi dolaşıyor olamazdım. Keşke her gün yaşamasam diyorum, her sabah uyandığımda, ilk önce kendimi kontrol ediyorum, yaşıyor muyum diye. Yaşıyormuşum, tıp kurumuna, nüfus müdürlüğüne ve bilumum kurumlara göre. Duyguların o kayıtlarda işi yok, gereği de yok, benim ölümüm bu yüzden görünemiyor, ama hissedilebilir, en az benim kadar ölü birileri tarafından. Belki onlarla ruh komşuculuğu da yaparız. Her şey olur benden, ama mutlu biri olamaz. Mutlu biri ya bir geminin arkasından el sallarken, öylece heykelleşti veya otobüsü olmayan bir durakta öylece kalakaldı ya da bir tramvayın altında ezildi, bunlar hep bakarken oldu, beklerken oldu, severken oldu, kimsenin duymadığı bir masala inanırken oldu. Şimdi ben susuyorum, içim durmadan konuşsun. Onu dinleyecek hâlim de yok, gidiyorum. Zaten çoğu zaman aldırış etmiyorum, korku ve saygıyla başımı sallıyorum sadece, evet, öyle anlamında, belki ben de artık inanmıyorum içime, belki o da memnun değildir, benim içim olmaktan. 

Daha ne kadar merhametle anacağım seni, bilmiyorum, zaman bu kadar acımasız davranmışken. Hile hurda yok anlattıklarımda, ellerim titriyor, gözlerim titriyor, görüş alanımdaki her şey sallanıyor. Ellerim hariç, onlar her şeyden hariç ya da her şeyden biraz var onlarda, birçok şeyin içinde ya da dışında. Üşüdükçe kendi ellerime sarılmalarımdan biliyorum, ellerim unutkan bundan böyle, üşüdükçe o donma hissi uyuşturuyor duyguları, ellerin unutuluyor, uzun zamandır unutuluyor. Bunu donma hissine değil de, senin hissizliğine borçluyum. Güzel ödedin bedelini merhametimin ve fedakârlıklarımın… 

Önce kırıl, gözlerin dolsun, bu ağlamaklı, titrek sesinin, sinirden mi yoksa kırılmaktan mı olduğuna karar vereme, daha da bir anlamsızlaştır şu zamanı, sonra otur, ağla, hiç kimse yokmuş gibi ağla. Oturduğun yerde gözyaşlarını bırak, kalk, yüzünü sil git, aynaya bak. Sonra yine gülümse, hiçbir şey olmamış gibi yap. Hep bir şey olduğunda yaptığın gibi, alışkınsın sen zaten, kırılsan da kırılmazsın ki…

Alelade örneklerim var benim, hayatla ilgili, yaşayamamalarla ilgili. Büyüttüğüm çiçeklerin saksıya sığmadığı gibi, yüreğimde büyüttüğüm sevgi de içime sığmadı, sana da fazla geldi. Benim bünyeme yetmedi, sana da arttı.

Dokuz canlı bir canavar belki de umutlarım, ama çoğu öldü, tahminimce ortalama dört yıl içinde ölmeyi düşünüyorum, bu eski bir ezber, miras gibi bana kalan. Susmayı sevdiklerimin ardından hiç “gitme” diyemedim, daha çok beklediğimi bildikleri için, beklettiler. Yine de “nereye gidiyorsun” demek istediğim birisi olsun isterdim, şu hayatta yanımda, ona çok güzel bir cevabım olacaktı; “cehennemin dibine gidiyorsan, ben de geliyorum”. Yaşamak sonradan yakaladığım, kucağımda patlayacak, hazır bir yakartop. Onunla ne yapacağımı bilmiyorum.

İtirafıma canım yanmadan önce başlamak isterdim, hiçbir şey olmadan önce. Sırtımdan vurulmalarım, yüreğimin burulmalarını solladı, sol tarafımdı, hatırlıyorum, gün ortası, güneş tam tepedeyken, her şey büyük bir şiddetle geçsin gitsin istemiştim, akşam karanlığa karıştığı hâlde geçmemişti, ay gün gibi aydınlattığında da sokakları gitmemişti içimdeki sıkıntı. Seninle olan huzursuzluğum, hayatımdaki diğer tüm huzursuzlukları solluyordu, sen sol yanıma bir şey yapıyordun, tartamıyordum bu yükün ağırlığı ve ölçemiyordum acının şiddetini, tarif edebilseydim eminim şuan burada bunları yazmaya çalışmaz, karşına dikilmiş, kendimi ifadeye zorlardım. Tüm bunları yüzüne haykırmaya çalışıyordum, sen de muhtemelen ağzımdan çıkan o sözlere değil de, gözlerime bakıyordun… 
Günahlarımdan önce, bedenimi terk etmeyi isterdim, bu bedenden çıkmayı, yapabilirsem uçabilmeyi, uçarken, biliyorum eylülden kalma yapraklar çıkar yoluma, belki birlik olup, yoluma düşerler. İçimdekiler döktüğümde, o hafifliğin ağırlığında sallanırken, dünyaya son bakış, o memnuniyetsiz yük, kelimelerin ağırlığı okunur gözlerimden. Diyebildiklerimden çok, diyemediklerim biriktikçe ruhum ağırlaşıyor, ağrı bu ağırlıktan miras bedenime. Geçmiş bir türlü temizlenmiyor gözümde, mazi kabuk bağlamayan bir yara, yaramdaki darp, yüzümdeki acı, susuzluğumdaki sonsuzluk, ömrümün tam ortasındaki üç yıllık sayfanın kopmuş yaprakları, nasıl olursam, öyle öleceğim. Yüksüz, nedensiz. Kinayesiz, kafiyesiz ve haklı.

Ne kadar gülsem de, acı bulaşıyor sözlerime. Okunuyor, tıpkı birisi yaşamış, birisi yazmış, birisi okumuş gibi, bir doktor eli değmiş gibi, düzensiz. Ama miş’li geçmiş zaman değil. Düzensiz ama belirgin, ne kadar saklasam da okunuyor ve dokunuyor.


On Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut

1 Aralık 2015 Salı

İç Döküntüsü


Artık benim bu hayattan alacağım oksijen kalmadı.

Bu hayatın bana gelişi, ağır hüzün, eski bir elden. Cesaretimi toplayacak kadar zamanım olsaydı, saçlarımı toplamak yerine, böyle kolay bitemezdi, korktuğum sensizlikti, vakitsizlik de değildi. Şu hayatta hep unutulmalarım baharlara denk geldi, ilkbaharı yaşarken, sonbaharda buldum kendimi. İnsanlar istasyonlarda genellikle sevinir ya da üzülür. Benim ikisi de aynı duyguyu barındırıyordu, sevineceksem muhakkak üzülecektim de aynı zamanda. Bir farkı yoktu, gitmenin ya da kalmanın. Yine de insan tek bir güzel an için bile gitmek istiyor, hatta her şeyini kaybedeceğini bilerek çıkıyor yola. Kaybedeceklerin hiçbir zaman fikrini değiştirmiyor. Kasım’da hep susmalarım artar. Önümden bir ömür geçiyor, ömrümden bir eylül daha düştü, düşenlerin içine düşlerimi koymayı da ihmal etmedim hiç. Aralık geliyor, temmuz susuyor, ağustos kayıplarda. Kaybolan ya da yenilen zamanın içindeyiz. Haberimiz yok birbirimizden. Tek ses ömrümüzü sallayan rüzgârın sesi, dallar sallanıyor zannediyoruz. Parmaklarım susturulmuş bir enstrüman sesini tekrarlıyor, suskunluk ömür boyu. Üşüyorum, ısınamadığım şeylere, üşüdükçe çay demleniyor, bahçede bir kaplumbağa hareketleniyor, biraz ısınıyorum, pencereye vuran güneşle bir alakam yok, kalorifer petekleriyle olduğu kadar. Hiç söyleyemediğim şarkının notaları besteleniyor, yankıları hâlâ kulaklarımda, kış günleri ansızın doğan güneşi görmüş gibi seviniyorum, benim de sevinebildiğim şeyler var henüz. Vakit erken, hem de bu vakitsizlikte. Dünya merhametini yitirmiş, bir yaratık gözümde, içindekiler de farksız. Ölümden, candan bahsetmek varken, kelimeler diziliyor boğazıma, yutkunamadıklarım büyüyor, bir gün bir canavar olup, çıkacak diye çok korkuyorum. Isınmalarım başka ülkelerde rehine kaldı belki, üşüdüğümden beri, bir parçam üşüyor da, o küçük, üşüyen parçam, tüm benliğimi sarıyor gibi, bazen büyük şeylerin bitmesine neden olan küçücük şeyler vardır. 

Uzun saçlı düşlerim yok artık, öyle çok uzun boylu hayaller de kurmuyorum, ömrü de kısa umutlarımın. Bir tek rüyalarım uzun, beni ölüme yaklaştıran şeyler uzayıp, gidiyor. Gidişini de ölüme benzetiyorum bu yüzden, uzunca bir yol, uzun bir beklemek, upuzun susmak. Sevmenin se’sini bile barındıramamışken yüreğinde, kalp ağrısından bahsetmek ne kadar da yersiz. İnsafını alıp, gitmişler içindeki çocukla birlikte, büyümedik desek kim inanır yüreğimizdeki boşluğa? Üstelik gözlerimiz bu derece ağlamaya hazırken, geceleri hep yaşlı şarkılar dinlerken, tuttuğumuz yası duvarlardan başka kim bilebilir?

Ağaç diplerinde mutsuz büyüdüm ama yine de zamanımın insanlarına göre çok mutluydum, mutlu olmadan mutsuzluğuna da anlam bulamıyor insan, öğrenemiyor ne olduğunu o an için hele bir de o zamanın tam içine hapsolmuşsan… Dileklerim de yetişmedi ömrüme, diktiğim şişeler de, küfürlerim belki yetişir dedim, belki gökyüzünde önceki asırdan kalan bir isyanlar birleşip, belki birlik oluruz dedim, yağmur yağarken sevinen, yağmur ortasında mutsuz, yağmur sonunda ağlamaklı biriyim ben. Mutlu nasıl olunur bilmem, ama çok güzel hüzünlü olurum, güzel olunca mı hüzünlenirim bilmiyorum. Çağıma ayak uyduramıyorum, kimseyle iki sohbet edemiyorum, uyamıyorum ama uyuşuyorum çok güzel. Yazdıklarım hiç devam etmiyor bir öncekinin kaldığı yerden, hepsi kendine başına kelime cenazesi sanki…

Her gelmediğin gün, biraz daha büyüdü yüreğim ve uzaklaştım kendimden, sokaklarda bile bulamaz oldum, üstelik sevdiğim sahil kenarlarında, o ağaç diplerinde bile yoktum, hüzünlü ve sokağa atılmış, külleri bile kalmamış yalnız bir izmarit gibi hissediyorum kendimi, tek dudakla bir ömür. Zaman geçip de gelmeyince, günlerimi başkalarının arasına kaynaşarak geçirmeye başladım, “bu günler böyle diyordum” her seferinde, geçeceğine inanıyormuş gibi yapıyordum, kendim uzaklarda olduğum için, inanıyordum da üstelik. İnsanların arasına karışarak, onlardan biriymişim gibi davranıyordum, büyük ve hazin sonumu kabullenmiyordum bir türlü. Yıllarca aynaları hayranlıkla seyrettiğim yüzüm, bir tek saat içinde eskidi, dış görünüşüm bu kadar etkileniyorsa, kim bilir ruhumda ve o görünmez et parçası yüreğimde ne habisler dolaşıyordu. 

Anımsamak ve bazı şeyleri yeniden düşünmek, beni daraltıyor, daraltıp, bir çukurun içine yuvarlıyor, onulmaz yaralarıma yenilerini ekliyor. Oysa ben büyük bir mutlulukla hafızamı bağışlardım, anımsamak isteyenlere ve öldürmek isterdim, içimdekileri. Birini öldürmenin bir sürü yolu vardır ama en güzel öldürmek içindedir, kendini yok etmenin de bir sürü yolu vardır, bazen neden başkaları tarafından öldürülmüş insanları, içimde diriltmeye çalıştığımı anlamıyorum. 

Bulut gibiyim, yağmurun yağmasını bekliyorum. Kirli bir boşluk beni aşağıya çekiyor, soru işaretleri buğulu bir pencere...
Birbirimize mucize gibi görünsek de, yeryüzünün ilk insanları gibi gerçek bir hamurdanız, kolay kırılır, eğilip, bükülüp, zamanla olgunlaşırız. Üstelik seninle aynı yaşa girmeyi bekliyorum ben. Sonsuzluk diye bir şey hiç olmadı sadece insan sarhoş hissettiğinde, o sonsuz boşluğun içinde yuvarlanıyor...
Eskiciler ve yeniciler ve çoğunluğu takma kalpli...

Ne gibi olduğumu bile bilemiyorum. Sağanak yağmur sonrası terkedilmiş sokaklar gibiyim, ne okuduğumu anlıyorum şu aralar, ne de ne yazdığımı biliyorum... Tek kelime; huzursuzum, tavana kadar. Buzdan bir çölün altında bir masal gibi yatıyorum, sessizce. Fısıldadıklarım çözülmeyi bekliyor. Martılardan başka kimseyle konuşmam ben artık bu saatlerde, herkesin ya utancı eksik ya insanlığı ya merhameti. Kemikler ölmeden de sızlayabilir, bazı şeylerin olması için, bazı kurallara ihtiyaç yoktur. Ayrıca kalbin de kemiği yok ama sızlayabiliyor.

Şimdi "susacak şeyler" var aramızda, başka da bir şey yok, ama bu suskunluk tüm bir hayat hikâyesini içine alıyor, bir daha da geri vermiyor. Susuyorum, başka bir şey bilmediğimden değil, bu ağırlığı ancak susmanın anlamı kaldırabilir, o yüzden...

Yapabildiğim en güzel şeyi yapıyorum, gülüyorum. Belki de ağlanacak hâlimden miras kaldı bu bana. İnsanları anladığım ya da anlamadığım için değil, sadece bunu yapabildiğim için gülüyorum, bu bir zorunluluk değildir, sorumluluk da değildir, yalnızca içimden öyle geldiği için yapıyorum bunu. Gülüşlerimde ne öfkemi gizlemek için bir çaba var ne de gerçekten neşeli bulduğum olaylar var, hiç bir şey yok, düz bir şey gülmek benim için, yalın ve net. O kadar.
Artık bizim yakınlaşmalarımız, ancak uzaklaşmalarla ölçülebilir.

Ne zamandır içime senle alakalı yeni bir şey eklememiştim, ayıp etmişim doğrusu. Her kötülükten halliceyim, iyilikten biraz az, sorgulanamayan şeylerin kıvrımında kıvranıyorum. Tümcelerin pervazında, pervasızca gülümsemelerim ahlaksızca karşılanıyor, ahlak kime göre artık? Yazamadığım defterlerin, içimde biriken amansız cümlelerim vardı, harcayamadım, tutumluluğumu babamdan almıştım, israf etmeyi de sevmezdim. Kulağımda taşıdığım müzikler kadar, çekmecemde kalem saklıyordum, iç içe geçmiş hayallerin balkonundan aşağıya sarkıyordum, düşsem düş olacaktım, gerçeği olmayanın düşü olur mu hiç bilemedim. Gözlük kabının içinde sakladığım hatıraların, kurumuş ama eskimemiş kokusu, bir çeyiz sandığından daha değerli şeyleri de olmalı insanın, hayatta, yaşıyorsa… Yüzümü dertsiz, tasasız, adada bir sabah rüzgârına çevirmek isterdim, dört yanı denizle çevrili ada parçası, ilk defa beni sarmalasın isterdim, kendi sarılmışlığına aldırmadan, defterlerimle yazamadıklarımı doldurup, sonra kuşlara uçak yapmak isterdim. Dingin, dinlenmiş bir sandalyede öylesine otururken, sandalye sallanmasa da olur, yeterince sarsılmışlığım var üzerimde, kendi kendime de sallanabiliyorum hâlâ…

Dalgaların hâlâ tanıdık olduğuna eminim, üstelik şu fırtınaya rağmen. Dışında dalgaları olan birinin, içinde fırtına olması kadar doğal bir şey yoktur, kışın çıkan güneşin tüllerden içeriye izinsiz girmesi gibi bir şey bekliyordum, ansızın, hazırlıksız yakalansın dağınık yatağım. Hayata hazırlıksız yakalandığımdan beri, içimde haberim olmadan yerleşen o hüzün gibi bir şeyin de aniden geçmesini bekliyordum. 

Yirmi Beş Kasım İki Bin On Beş 17 00
Nevin Akbulut


19 Kasım 2015 Perşembe

Sırtımla Yüzleşme



Yaratılırken keşke hep çocuk kalmayacağımı söyleselerdi ya da en azından sırtımı yüzüme çevirebilseydim, bebeklerim kaybolmasaydı mesela, onların kırılmasaydı kolları, bacakları ya da tüm bunlar olacaksa, güzellikle yaşamak mücadelesini bırakırdım kuvözde. Burnuma salınan o ince hortumu pekâlâ dolayabilirdim, minik pamuk ellerimle boynuma. Serçe parmağımın esnekliği kadar turkuazdı gözlerim, aynalardan korkuyordum, başka güzel bir şey yokmuş gibi sarılıyordum kendime, belki de yoktu gerçekten, herkes kendini mutlu sanıyordu etrafımda, benim ağlamama neden gülüyorlardı anlamıyorum. Çivit mavisi bir duvar, yoklukla aramda, kitap okurken aklım başımdan gidiyor, gözleri hiçbir anlamı taşıyamayan sisli düşler gibi, gri. Ben hiç olmayacak değil de olmayan birine tutkundum. Yalnızlık belki de sırf bu yüzden güzel, eğer bu kadar yalnız olmasaydım, tutulamazdım onun yokluğuna, yüreğime uyguladığım sansür, kulaklarına ulaşabilseydi keşke, uğultuyu duyup, çocukluğumu bu kadar hırpalamazdım…

Hayallerini sahiplendim, senin iyiliğin için kendi kötülüğümü seçiyordum, bu bana iyi geliyordu, seni çok sevmemdeki o dinmez huzursuzluğu, o inatçılığı hayatımın başka bir alanında hiç hissetmemiştim, o batışları her gün hissetmek bana yaşadığımı anlatıyordu. Dilim çaresizdi, tam gerçekleşeceğin anda, hayal olduğuna inanıyordum, en çokta yokluğuna, ben yokluğundan başka bir şey bilmiyordum.

Eziyetli ülkelerin birinde, masal gibi bir işkencenin içinde, belki birileri sırtlarını yüzlerine çevirip, konuşabilmeyi başarmıştır, birileri ilk defa belki arkasına güvenmiştir, birileri sırtlarıyla kucaklaşmanın sonsuz iyiliğini hissetmişleridir yüreklerinde, ama ben, öyle beceriksizim ki…

Dolanarak tam bir ömrü tamamlamış gibi yorgunum, kim yaşamıştı benim ömrümü? Kim hayatımı? Kimin bitkinliğini sahiplenmiştim bu kadar, kimin haklılığı için kendimi bu kadar suçlamıştım…

Dünya dönüyor hesapsızca. Yine de hesaplıyorlar akşamı, sabahı, kurallarına göre yaşanıyor tüm günler, gündüzlerini bitirmiş, akşamların esiri gibi bir şeyim. Geçmişten gelen ıstırapları hiçbir zaman kazanca dönüştüremedim, en değerli harcamalarım yalnız kelimelerdi, içimde bir şeyler demlendi, yaşamını tamamladı ve ne gariptir ki, senden bu kadar uzakken bile sana benzeyen hissiyatımın perdesinde, saklanıyorum, senin gözlerin bana bakamamaktan değişiyor, benim yüzümde yaşlar, uzak bir mesafeden birbirimize benziyoruz…

Kelimelerden bir rüzgâr ürpertiyormuş bizi yalnızca, laftanmış her şey, koca kelime mezarlığı…

Yeni günlerin heyecanını eski anılar sahiplendi, gökkuşağı bir telaş sarıyor rafine umutlarımızı, gizli tüm sevinçlerimi paydos ettirdim, rahatsız bir “keşke” kelimesine yenildim. Saatler geçmesin diye uyumadığım gecelerde, odamı kararttım, saati göremediğim sürece kararacaktı zaman ve duracaktı, saate bakmayınca zamanın daha hızlı geçtiğine inanmıyorum o beş dakikadan beri, geceyi kararttım. Yaralarımı sevme nedenim yaralamandı, laflarının açık ucunun durmadan batmasıydı, tazeydi bu, saatler geçse de…

Benden biraz zaman isteyenlere komple verdim tüm zamanları, iade ettim arayı açtıklarıma, o zamanı. Benden şans isteyenlere, avuçlarımı açarak gösterdim, bende artık bir şans kalmadığını, seçimlerimin yanlışlığını anlayabilirsiniz hayallerimin çıtırtılarından, betonarme apartmanlara çiçek isimleri koymanız gibi saçma her şey, bir aralık isteyenlere, tüm ayları verdim, artık verecek bir şeyim kalmadı, benden ne zaman isteyin, ne de izin…

Sen yalnızca karşıma önceden çıkan bir harftin
Hikâyeyi başkaları tamamlıyordu.

Kendi kollarımla kendime sarıldığımda, ellerini aldattığım bir yalansın, kendime sarıldığımdaki huzuru da senden çaldım, tek suçum yalnızlıktı, yoktum, yoktun. Gelip geçici düşlerden ileriye gidememiştik, kendi ellerimle seni yazdığım bir hikâyeydin, fazla uzağa gidemezdin, üstelik yalnızca benim hayallerime mâl olmuştun, sen içimin en tanıdık yabancısı, sana sensiz de yandığım olmuştur.

Nevin Akbulut
İki Bin On Beş Belirsiz 

8 Ekim 2015 Perşembe

İçimdeki ilhamdan müsveddeler oluştu. İçimdeki delilik öylece oturuyor, acımı çektiğimden beri, daha uslu isyankar yanlarım, sessizce makarna yapmak istiyorum, bu defa mutfağı birbirine katmadan, ama katlamak istiyorum kalbimin sivri köşelerini, sarmak istiyorum bir yumuşak toz bezi, mutfaktaki metaller hariç hiçbir şey yumuşak değil, metalik sesler bana beyaz önlüklü hastaneleri hatırlatıyor, nefret etmek için büyük nedenlerim vardı ama susuyorum, içimdeki deli gitti, oysa ne güzel bölünmüştük, kendi içimi yerken adil bir bölüşme işlemi yapmıştım, güzel payı içime düşmüştü, içimde her şeyi sezen başka bir şey olduğuna inanıyordum hep ama o bana hiçbir şey söylemiyordu. O içimde otururken, daha ne kadar susacaktık böyle... Uzun zamandır aşırı kelimeler kullanmıyorum, en ya da çok gibi. Hiçbir şey aşırı gelmiyor artık, içimdeki sezen ben, birçok şeye alıştırdı beni, hem de çok kere. Yaşadığım hayattan arta kalan, provası yapılmamış müsveddeler, zamanı kalmamış da acele çıkmak zorunda kalmış gibi kalbimin kapısı, biri çıkarken kapatmayı unutmuş. Ben uzun zamandır acıttıklarınla oyun oynuyorum.

Sekiz Ekim İki Bin On Beş 10 15

6 Ekim 2015 Salı

Susacak Şeyler


Aklımın kuşları, burnumun çiçeği, hangi bahara geç kaldı da, soldu? Ne renk donduğumu bilmeden bekledim, soludum, soluklanamadan. Tek nefeslik canımı bir bahara hibe ettim, şimdi susacak şeyleri yazıyorum. Sustuklarım da içimde birbiriyle kavga ediyor, uzun zamandır ruh gibi dolaşıyorum, tüy gibi hafiflemiş hissediyorum, bu dünyada az daha kalmışlığın göstergesi bu, derecesi yok acı çekmenin ve suskunluğun.

Yaşadığım zaman bir sezon finali, bardağı ağzımdan önce şakağıma dayadım, çok içli sesler duydum içinden, içimden duyduklarımı sustum. Çiçeği burnumdan önce boynuma değdirdim, hayatta değmeyecek şeylere önemli bir miktar değer verdim, sonra bir gün hayatın birdenbire saçma sapan biteceğini öğrendim, bir gün ansızın boğazıma takılan herhangi bir şeyin kabuğuyla, böyle saçma sapan bir zamanda öleceğim, sonra saçmalık olacak bu, son saçmalık.

Bir gün birisi gelecek, tüm gidenlere inatla ve ben ondan soracağım tüm hesapları, tüm sorgularımın cevabını verecek ve o da geçip gidecek herkes gibi. Geçmiş zaman eklerimin arasına karışacak.

Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu, kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici. İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum, sokaklar dâhil.

Yanımda öylesine durduğunu, en çok iğreti duran bira şişesi biliyordu, ona soran olsa anlatırdı ama kimse sormadı, o da sallanmaya devam etti. İçinde bir şeyler çalkalanıyordu, kalbi durdu duracaktı, biten şişenin en dibindeki o tümseğin üzerindeki son atışlık kalbini bir kez daha tuttu, sonra şişeyi kırıp, bir adama vermeyi düşündü, düşünür düşünmez hata ettiği anlayıp vazgeçti, zaten hayatında birçok şeyi yapmaktan çok vazgeçmesiyle tanımlardı kendini. Kalbini bir adam yerine bir kitaba verdi, tek bir kitaba, yüzlerce sayfası olan, sayfa sayıları ömrüne eşit bir kitap. Sanki her şey layığını dulmuş, her şey eşitlenmişti…

Gülmekle ağlamak arasında, tam neresinde olduğumu bilemediğim bir yerdeyim, sanırım gülmeye biraz daha uzağım. Kalem ucuyla sigara yapan çocuklardık, parmak uçlarımda yürümekten bastığım yerin ne olduğunu bilemedim. Her şeyin ucunda ya da sonunda gibiyim.  Birilerinin arta kalan hayatını sürdürüyorum, bizim fikrimiz ne olursa olsun, hayat açılmamış bir kutu olduğunu zannediyor ve biz hep o ezberi yaşıyoruz, yaşanılan ezberi, hâlâ saçma umutlarla uyuyup, sabah uyandığımızda bambaşka bir hayatımız olduğunu zannediyoruz, her sabah yeni bir umutsuzluk, eski bir hayal kırıklığı… Yine de vazgeçemiyoruz, umut etmekten, çünkü her ne kadar bize rastlamasa da bir yerlerde birinin üzerine umutlardan dilekler yağıyor, dünkü hayat, bugün ağlamamalı, yağmur hariç yüzümüz ıslanmamalı.

Bizim yüzümüz yolgeçen ağlaması değil ki. Duvarlarımda saklanıyorum, dünyaya ters bakan biriyim ben, yönüm farklı olabilir ama kimseye yüzümü, sözümü çevirmedim. Yastığımda kelebekler uyuyabilir, yüzümde balıklar ıslanabilir, beyaz göğsümde kuşlar yuva yapabilir, sadece bu kadar, evcil olmayan duyguları öğrenmeye çalışıyorum, yaşadığım, yaşayamadığım şeylerin şimdilik provası.

İçimdeki tereddüde roman yazılırken, acısız ve yarım ağızla anlatabilir misin beni, hiç dokunmadan?

Her bir gelişin aslında gitmek demek olduğunu, sırf bu yüzden seni delice beklerken, aslında hiçte gelmeni istemiyordum içimden. Gelmekle beklemenin bakiyesi ödenemeyecekti hiçbir zaman. “Tekirdir o” dediğim bir tekerlemenin yuvarladığı bir şey gibi hissediyorum kendimi. Uzunca bir süre balıkları izledim, sonra her yağmur yağdığında, dışarı çıkan salyangozların, çoğunlukla uğradığı kazaları, tükenmez kalemle avucuma çizdiğim her şey tükendi, içime kadar tükendi, ne yoksuldu ellerim, ne kimsesiz, zavallı bileklerim, aklımı da işin içine sokup neler yapmadılar…

Vücudumda duygular fazla, vitaminler eksik. O yüzden bir şeylerden, bazı şeylere fırsat kalmıyor, bazı şeyler sığmıyor bünyeme, hazmedememek bu olsa gerek. Hâlâ bir kuşun sessizce beni alıp, gökyüzüne götürmesini bekliyorum, burası uzun zamandır son durak ve kuşlar geçmiyor.

Çok içtim, çok kustum, bir sürü sustum, biraz da ağladım. Geriye parçalanmayan tek şey, dövmelerim ve hüznüm kaldı, biraz da rezilliklerim. İçecek bir şey kalmayınca, susacak da bir şey kalmıyor…

Zavallı aklım, kalbim devreye girdiğinde nasıl da kaçacak yer arıyor, aklımı kaçırıyorum kalbimle. Mesafelerin en yenilmez çağı bu, bir bedenin içinde iki ayrı dünya, iki kişiden olur da ayrı dünyanın insanı, tek kişiden de olur muymuş? Köprünün ışıklarına bıraktım aklımı, karşıya geçerken, içim geçiyormuş gibiydi. İçimdeki köprüleri önce yakmıştım, onlar da hâliyle yıkılmıştı, bir şey yaparken, iki şeye sebebiyet vermenin meselesi bu, tıpkı insanın kalbi kırılırken başka yerlerinin de sızlaması gibi, kalpte bir çarpıntı, bir patırtı, bir dışarı taşma hevesi ama ağrılar, onlar tam da belirgin işte, görünür gibi geziniyorlar.

Aklıma dövülmüş kurşun sıktım, kalbim tam da onu sevdiğim anda girdiği şoktan kurtulamamış gibi öylece kaldı, başka bir şey yapmadı. Yaşanılanlar fotoğraf gibi kaldı, anılar hâlâ canlı, can çekişme gibi olsa da, bir hayret, bir başkalık oturdu yüzüme, ellerim uzun zamandır tedirgin, gözlerine merhamet uğramamışlardan imdat dilenmek gibi, çaresizliğin keşke bir sözlüğü olsaydı, tabiri caiz olmayan. Ölürken tam o son hayali yutmuş da doymuş gibi bir açlık içimdeki, neyin devamını yaşarken, neleri bitirdiğimin hesabından yoksunum ve ondan vazgeçemediğim şeyler var, insanlar konuşunca anlamıyorum ama şarkı söyleyince anlıyorum. O yüzden göğüs kafesimde beslediğim kuşa durmadan şarkılar öğretiyorum.

 Altı Ekim İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut

29 Eylül 2015 Salı

Tanısız Tını


Çok mezar taşı okursam
Yeterince unutabilir miyim?

Adam gitti. 
Kadın daha çok mezar taşı okumaya başladı, bir de şaraba dadandı, her güne bir şişe sığdırdı, kapaklarının altına onun yüzünü yerleştirdi, unutmamak için miydi yoksa saklamak için miydi? Kimse bilemedi… Sonra kokusunu düşündü, sarhoş olunca daha çok geliyordu burnuna, esrarengiz bir tütsü gibi hep bunu tekrarladı, uyku ile uyanıklık arasındaki o kaygan ve tatlı uçurumda hep onun beklediğini düşündü, olmayan şeylere bile bu kadar anlam yüklerken, onu yeniden var etti. Artık istese de unutamazdı, dünyadaki tüm mezar taşlarını unutsa da, şehir değiştirse de, beynini, düşüncelerini hatta yeni huylar edinse de…

Sen denizin dibinde yaşıyorsun, ben odamda daha çok kum biriktiriyorum öleyim diye. Sessizce gülümsüyorum karşılık bulamadığım duvarlara… Seni haklı bulduğum o üst sokaktan her geçişimde sokağın ismini değiştiriyorum ve aslında ne kadar da haksız olduğunu düşünüyorum. Modası geçen şarkılar kadar iz bıraktın hayatımda, ama hep dinlenilen, hep sayılıp, sevilen, sevmeler tükense bile bağımlı olunan duman gibi sevecektim seni, görünmeden hiç, sezdirmeden, sessizce. Hani demiştim ya, ben artık susan bir şarkıyım, notalarımı kaybediyorum gitgide…

İstiklâl caddesinde kenarda susan şarkıyım ben, insanlar geçiyor her saniye önümden. Zaman geçtikçe notalarımı unutuyorum, çok sevimsiz bu. Çapraz ateşimin tellerine konan kuş gibi çırpınıyor yüreğim. Elektrik çarpıyor duygularımı, saçlarımdan çok. Kalbimin teklediğini hissediyorum. Böyle soğuk ellerle daha ne kadar yaşanır ki ve ellerim bu kadar soğukken, sıcak hikâyeler anlatmamı nasıl bekleyebilirler?

Ona fazladan birkaç kelime bile söylememiştim, içimdeki deryada yüzerken, sayısız cümleler… Filmin en sevdiğim yerinde, sanki araya reklam girmiş de, sonra her şey yine kaldığı yerden devam edecekmiş gibi, sırf o ânı uyuşuk yaşamaya karar verdim. Böylece o zaman hiç yaşanmamış olacaktı. 

Maddiyat düşünmekten kendimizi alamadığımız için, maneviyatımız düştü hatta öldü. İçli şiirler okuyamaz olduk, okusak bile gırtlaktan aşağıya inmedi. Sistem dayanılır gibi değil, sağlam kafa, sağlam vücutta bulunmuyor, sağlıksız kafalarımız var. Ekonomiyle baş etmek için manevi savaşlarımız yetmiyor. O da ayrı bir barış biçimi kendinle. Kuşları seyrederek yetiniyoruz özgürlükle, sene iki bin on beş ve ben hâlâ “martıca” bilmiyorum. 

Bilmediklerim arasında, en çok ne zaman unutulduğum var, beni hatırlayan en son insan ne zaman ölecek ya da yaşayan ölü müyüz gerçekten? Yalnızlığıyla baş edebilen kadınların sığındığı güçleri bilemezsiniz ve acıları nasıl bir sihirbaz gibi iyileştirdiklerini… İnsanlar bana “neden yalnızsın?” diye sorduğunda onları “sen neden birliktesin?” diye oyalamak istiyorum, diğer her şeyi ve hatta hayatı da geçiştirdiğim gibi, yemek saatlerini bile geçiştiririm ben. Yoksa arada o birkaç saatlik deniz manzarası huzuruna nasıl erişebilirim ki? Bu gece yine seni düşünmeden uyuyacağım, nasıl yalnızım, nasıl suskun. Dolaplarımı bir daha bozdum, yaptım yalnızlıktan. Kendime anlatacak rüyalarım var, başkalarına susacak düşlerim. Yine de yorgunum, hiç düşemediğim için, hep tutunduğum için, kapı kollarımdan tutun, tüm kemiklerime kadar ağrım var. Yine de bitmeyen bir bitkinlik bu, ıstırap olur günlüğümden. 

Şimdi bizi bu hâle düşürenlere, okkalı bir beddua ederdim ve bir sürü kişi de alkışlardı ama gerek yok, ben bu aşamaları bile geçtim. Yokluğun dibindeki hayallerin sonundayım. Olmayan balkonuma çıkıp sigara içiyorum. Olmayan göbeğime dokunuyorum bir şey var gibi... Bir şeyin yokluğu gibi bir şey. Eksiklik! En güzel gerçekleşmeyecek hayalleri de ben kurarım, üstelik yıksalar da...

Garaj kapılarına yazmak istediğim küfürler var, içim böylesine dolmasaydı küsecek yer aramazdım. Durup dururken kusmak yerine koşarak bir lavabo bulmak yerine, içime küserdim, dökemediklerimi. Koku müthiş bir şeydir, insanın sevdiği birinin kokusu içinde sessiz coşkular yaratır, unutulamaz, ben en çok bu koku için tüm dünyaya küsmek istiyorum. 

Kalbi bir kenara bıraktık da, artık, daha bir içli, daha bir ciğerli yazılar yazıyoruz, kalp üzerine yeterince şey söylenildi, en ümitsiz aşkların bile vakası belli oldu, tanısı konuldu, “çivi çiviyi söker” türünde tedavisi de sunuldu. Artık daha bir yüreksiz ama daha bir sağlıklıyız, daha az organlı, öğrendik bozulan yerimizi kesmeyi ya da öğrendik kırılan yerimizi diğerlerinden ayırmayı. Kestik, biçtik de dikmesini beceremedik. Ayırdık da, birleştiremedik, yapıştıramadık, bu ayrılığın tedavisi yoktu işte, buna kimse tanı koyamazdı, teşhisi konulamayan ümitsiz vakalar dosyasında rafa kaldırılacaktı, değersiz olacaktı, oysa ayrılık değerlidir, ayrıldığın kişi, her gün aklına geliyorsa, hep nasıl ayrıldığını hatırlıyorsan kıymetlidir hatta belki bu bir arada olmanızdan bile daha değerlidir.

Kasiyerden farkım yok şu hayatta, herkes gelip, bir şeyler alıp, gidiyorlar, durmadan konuşuyorlar, içimdekiler eksiliyor, sırtım ağrıyor, yoruluyorum. İnsanlara gereksiz gülümsemekten, anlamaya çalışmaktan, anlatmaktan yoruldum. Yalnızca fatura kesemiyorum. Cari hesap tek çıkışlı…


Kafanda gerçek bir intihar varsa, ölüm kurguları boşuna, dayanılmaz bir ağırlık. Çok konuşunca her şey anlamını yitiriyor, fazlasıyla…

Bazen hatırlamak için yalnız kalırız. Çünkü hatırlamazsak ölürüz.

Yanımda öylesine iğreti durduğunu ikide bir bira şişesinin dibine bakmasından anlamıştım. Şişeyi çevirir gibi yapıp, altına bakıyordu, yaptığının farkında değildi ama ben onun o kadar farkındaydım ki, sonrasında ne zaman bu sahneyi hatırlasam kendime acıdım, nasıl acıklı bir durumdu bu… Bir daha hiç kimse ya da hiçbir şey beni oyalayamazdı, acılar ve boşluklar hariç. Bir de her şeyin dibine bakan insanlar, derin düşündüğünü boşuna zannediyorlar, derinlik dedikleri düştükleri çukurdan fazlası değil.

Çukura da insan yalnızca içinde ne varsa onu götürebiliyor. Artık uzun zamandır ellerimin farkında değilim, ellerimdeki çiziklerin, kalem izlerinin dahası artık hiçbir elin farkımda olacağını sanmıyorum.

Unuttun beni, hem de öyle bir unuttun ki, bir daha kimsenin hatırlamaya mecali kalmadı. Kafamın içinde senden sonra, çelişkiden başka bir şey kalmadı.

Kanser ve mide bulantısı için kimyasal ilaç kullanılıyor. Odamdaki halıya bira dökülmediği gün yok. Bira sarsıntı geçirmişse, muhakkak kimyasal demir kokuyor. Tenekeden içmenin şişeyle arasındaki fark, birisi sekiz diğeri yedi dakikada bozuluyor. On dakikadan önce sarhoş olmak yasak. Ahşap bir evde doğdum, büyüdüm, üç katlı, ne sağlıklı bir yapı malzemesi, ama sonraki her şey fazlasıyla sağlıksız…

Doğallığını sonradan keşfedebilmiş insan sürüsü, bitkisel hayatın bitkilerle hiçbir ilgisi yok. Duş bozuk sütlü kahve kokuyor, düşler karanlık kokuyor ve geceye artık fazladan anlamlar yüklemek karanlık için anlamsız.


Yirmi İki Eylül İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut



Aklımın Kuşları


Arada tansiyonum düşüyor, toplayamıyorum yerden, eğilemiyorum çünkü eğilsem dünyam kararacak yine, başıma bir yığın soru işareti düşüp, çarpacak. Eğilirsem, kafamı bir daha yerden kaldıramayacağım, üstelik de yukarıdakiler bu kadar kalabalıkken. Felç olmanın provasını yaşıyor beynim arada, uzun süre öyle kalıyorum. Bir şeyleri hissetmeden yaşayınca insan daha mı az yaşlanır? Sonuçta yaşamamış gibi bir şey oluyorsun. Hissizliğimle hissettiklerim sürekli kavga hâlinde, kimsenin kazandığı da yok kaybettiği de… Altına işeyen çocuğun sabah yataktan kalkamayışının rahatlığı ve rahatsızlığıyla dolaşıyorum her gün, ne yapsam olmuyor gibi, sağıma dönsem, soluma dönmek istiyorum, soluma dönsem arkamı dönmek istiyorum her şeye bir anda. Sığınağım dediğim şeylerin beni aslında iç etmek için uğraştıkları, aslında hep açıkta kaldığımı, saklandığım için pişman olduğumda, bir süre sonra saklanmadığım için pişmanlıklarım kovalıyor. Araf’ta kalmanın en güzel tereddütünü yaşıyorum şüphesiz. Gülünç hikâyelerimin içine, gizli ve hazin sonlar ekliyorum. Kimse anlamıyor gülüşümden. İşte sırf bunun için mutlu olabilir insan, o kadar lükse gerek yok.

Hayat denilen yolda epeyce acemi, ömür erkenden solmuş yıldız gibi, yaşayamadıklarım erkenden sönmüş porno yıldızı. Akşamlara sığınıyorum, teninin sıcaklığına usulca sokulur gibi. Ellerin hâlâ dosdoğru duruyorsa, cesaretini hiç bilmediğin sokaklarda yitirmişsindir. İki rakı ve çok duman, çok fazla şey var beynimi uğuldatan. O ses hiç susmuyor, nereden geldiğini bilmediğim ses, hep bağırıyor, ne dediği de anlaşılmıyor üstelik. Zihnimin en açık zamanları beni en çok yanıltan anlardı. İnsan ayık olmayınca aldatıldığını da çok umursamıyor. Beynimin oyunlarıyla kendimi oynatıyorum ve aslında herkesi. Kimse beni ayıltamadı. Etten yaratılmış duygularda mucize arayıp duruyoruz, oysa sabah olunca yıldızlar bile sönüyor. Tek mucizemiz, devamlı mucizemiz kaybetmek, sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyi yitirmenin sancısı daha bir başka oluyor sahip olduklarındansa… İnançlarımız bizi cezalandırırken, yalnızlık yine göz kırpıyor. Hayat öpücüğü, sûni teneffüs şart.

“Bedenin canlı olması, ruhun cismine yüklenen anlamla sağlanıyor” gibi şeyler düşünüyorum. Gereksiz anlamlar yüklediğim şeyler ağırlık yapıyor sırtımda, kamyon yükü taşıdığımız, oysa en çok sırtımız öpülmeliydi.

Melodram hesaplaşmalardan uzak durdum hep, gayrimeşru bir çocuğun gözyaşları gibi dokundu içime ödeşmeler, ağladım. Çıplakken insan ne kadar cesursa o kadar cesurdum. Yalnızca gözlerim karaydı, bu yetiyordu içimdeki ateşi görmelerine. Düşmelerin tuzağındaki yem gibiydim, düşürmedim kendimi ödeşmelere, onun yerine içimi deştiler. Bir yığın duygum fırladı dışarıya, bir yığın duygu organım zarar gördü. Yine de hesaplaşmadım çünkü onlarla hiçbir hesaplaşma âdil olamayacaktı, affetmenin dayanılmaz yüküyle kendimi ödüllendirdim. Sırf bu yüzden bile sinirlenebiliyorlar. İçime kötü dokunan şeyler var, içimi iyice ezen şeyler var. Kendimi ne senin beni sevdiğin gibi sevdim, ne de bıraktığın gibi nefret ettim. Muhakkak gelecek bir sonu biliyormuş gibi, hikâyemizi sahiplendim çünkü içinde en çok bana ait kısmı yer alıyordu. Ilık bir yaz sabahı gibi, serin, derin ve köklü. Unutulamayacak baharların yasını tutuyorum her yaz, unutulamayacak ama bir daha da yaşanmayacak. Bir zamandan sonra da yaşandığından şüpheye düşeceğiz, zamanla böyle birisi olup, olmadığından, nokta gibi kalıncaya kadar çevremizde dolanan her harften, her kelimeden şüpheleneceğiz ve en sonunda da varlığımızdan, kendi bitmek bilmez varlığımızdan…

Hatırlamadığımız zamanları ihanet etmiş gibi bir azapla karşılıyordum. Ne çok sadıktım hikâyemize, o başka yollar çizerken kendi etrafında. Hiç kıpırdamadım bırakıldığım yerden, hiç fazladan hareket yapmadım, öylece kaldım, her şeyi olduğu gibi bırakıp, çıkacak kadar cesaretim vardı artık.

Hayatımda; yaşadıklarımı susarak, yaşayamadıklarımı da anlatarak tamamlıyorum hikâyemi. Zamanın bana biçmiş olduğu, payıma düşen hikâyeye yeni bir şey eklemek gelmedi içimden. Artık bizden yalnız iki ayrı hayat çıkardı, yeniden yazsam da hiçbir şeyin sonu değişmeyecekti. Geri dönsen de, dönmesen de hiçbir şeyin değişmeyeceği inancımdaki özgürlüğü tetikliyordu. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey yapmadan durabilmek de, benim özgürlüğümdü. Bir hayatı böyle yaşanırken, yaşanmaz kılabilmek gibi yeteneğim vardı, bir hayat nasıl yaşanırdı bilmiyorum, nasıl susulur onu ezberlemiştim.

Aklımın kuşları uçup gidince, bir çiçek yetiştirdim yüreğimin en sulak köşesinde, kedilere taktığım isimleri ona da ezberlettim. Gökten sim yağsın istiyordum, yukarı fırlattığımız feryatlar dökülüyor her gün üzerimize, hüzün rengine boyanıyoruz, yüzümüz daha bir düştü, düşlere karışamayacak korkunç kâbusları yaşıyoruz her gün, yaşanacakların müsveddesini sakladım içimin raflarında, yaşanmazları hikâyelerde yazıyoruz. Kitaplar bizden daha çok yaşıyor, yıldızları söndü gecelerin… En çok da bulutların parçaladığı gökyüzü ağladı, gözümden düştü gökyüzünün yaşları, tombul kuşlar yok artık, arabalara çarpan kargalar var. Merakımı bile merak eder oldum, sustuğumdan beri. Herkes iç sıkıntısı olarak görür beni, kimseye anlatamadığım hâlde. Gökten yağan yağmura rahmet gözüyle bakmazlar artık, feryat gözüyle görünce hayra yoramayız hiçbir şeyi. Çocukların çocukluğu, hiç çocukluğuma benzemiyor, gökkuşağını yalnızca ressamların resimlerinden tanıyorum. Toz bulutu, felâket bir karabasan, kapkara ve ütüsüz günler. Alınyazımın doktor kalemiyle yazılmış reçetesi, kaderim on sekiz yaşımdan sonra da değişmedi, yirmi sekiz yaşımdan sonra da… Üstelik reçetelerin bir şeyleri iyileştirirken, başka şeyleri bozduğuna dair inançlarımla beraber iyileşirken… Böldüğüm yazıların çoğaldığı, yazamadıklarımın arttığı, gözlerimdeki ıslak nemin kalıcılığı, yeni yaşlarım bana bu nemi bağışladı. Belki de tek sorumlu rutubettir, hava alamıyordur önce ciğerlerimiz sonra da kalbimiz. Bu toz bulutu içinde takılan hortumlar da nefes aldırmıyor, gözlerim yanıyor, ama acıdan. Acı şeyler elle tutulabilecek türden de değil, elle tutulabilseydi, onun da çaresi bulunurdu.


On Bir Eylül İki Bin On Beş 17 30
Nevin Akbulut

27 Eylül 2015 Pazar

Sabun

Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu, kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici. İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum, sokaklar dâhil.

Yirmi Yedi Ağustos İki Bin On Beş 

1 Eylül 2015 Salı

Hakkımın Hakkında

Her gün çizgilere basmamaya çalışarak yürüyorum, yola çıktığımda yalnız kaldırımları takip ederim, ilk gördüğüm kaldırıma hemen çıkarım, kaldırımlar üzerine yazılan şiirlere güveniyorum, kaldırım taşlarına değil de… Mutfağa her gittiğimde buzdolabının kapağını açıp, dikilirim önünde, hiçbir şey almadan yine kapatırım, içeridekiler yerli yerinde mi diye bakıyorum sanırım. Bir tür teyit etmek gibi bir şey… Sabaha kadar takıldığım şarkılar var mesela, aynı şarkıyı defalarca dinleme manyaklığına tutulurum. Şarkıları kasetlerde dinleyebilme devrine yetiştiğim için de şanslı hissediyorum kendimi, o zamanlar her sokakta muhakkak doldurma kaset yapan dükkânlar vardı, şimdi hiç birisi yok. Bir de plaklarım var benim, çok eski zamanlardan miras bana, onlar da olduğu için çok şanslıyım, hepsinin kapağı eski kokuyor, şarkıların içindeki ruh halleri ve yaşanmışlıklar sanki o karton kapağa yansımış. her şarkının bir ruhu olduğuna inanırım her hikâyenin olduğu gibi, beni benden alan sesler vardır, uzaklara götüren ama her defasında yeniden olduğum yere getiriyorlar; ya trafiğin ortasına ya masamın bir köşesine veya dünyaya bakmaya çalıştığım pencereye. Her sabah ve akşam yüzümü yıkadığımda sudan çok, havlunun yüzüme batıp, acıtmasına ve bu kadar hassaslığıma sinir oluyorum. Kahvaltıda ya da akşamleyin çay yaptığımda, çayı içeriye taşırken muhakkak demliğin üst kapağını bir kere açıp kapatırım, eğer açıp kapamazsam sanki kıyamet kopacak. Bardakaltlarından nefret ediyorum, kendime ne kadar özeniyorsam insanlara da o şekilde özenirim, gece gördüğüm rüyalardan gündüzleri çok etkilenirim. Fark edemediğim ama alışık olduğum ayrıntılarım belki de beni farklı kılan, kusurlarımla, sinir olduklarım ve manyak hissettiklerimle bir bütünüm ben. İyi huyluyum diyemem hiçbir zaman, ben böyleyim dediğim zamanlarda genelde anlamaz kimse ne demek istediğimi… Küstüğüm kavga ettiğim arkadaşımla ne için küstüğümü unuturum, onlar da genelde bunu fırsat bilip, tekrar konuşmaya başlarlar, ben de küs olduğumu bilirim ama neden küs olduğumu bilemediğim için, bir şey yapamam. Kendimi haklı bulduğum zamanlarda haksız hissetmek gibi de bir özelliğim var. Kediler olmasa beni bu hayatta hiçbir şey ısıtamaz. Güvenmemeyi onlardan öğrenebilsem bir de tam olacak, her defasında “bu son artık” dediğim halde hep yine güvenirim. Çok güzel aldanırım, aldanmalarımdan bir dünya hikâye çıkar, çok iyi inanırım, kandıramazlar ben inanmayı tercih ederim. Sürekli gülerim, acı bulduğum, sinir olduğum şeylere bile hazin bir şekilde gülümserim. Bundan rahatsız olanlar oluyor, ben o zaman daha çok gülüyorum. Bir çeşit sinir oluyorum ve sinir ediyorum. Bu ayrıntılarım olmasa, ben ben değilim!

Nevin Akbulut
Eylül'ün içinden



25 Ağustos 2015 Salı

Ölü Paragraf




Uzun zamandır kimse benim için “artık” kelimesini kullanmıyor çünkü kimseye o kadar yaklaşmıyorum, herkesle samimiyetim ve muhabbetim artık kelimesinin olduğu yere kadar. Sancıyor artık büyüdüğüm şeyler, kafamın karışmasını istiyorum, beynimin uyuşmasını, sessizliğimin içindeki sonsuz huzuru, bazen birinin gözlerine baktığımda “sonsuzluk” kelimesi çıkıyor ortaya. Oysa yalnızken ne kadar da kelimesizim. Gördüğüm en güzel rüyayı anlatamadan, hafızama işleyemeden kaybettim aklımı. Aklım onun içinde yok olmuştu, zavallı bir şeydi, sokağa döküldüğünde. Ruhumun en güzel kenarında, sessizce dinlenirken, denize vurdu aklım, ayaklarımın kumda olduğunu bilmiyordum, böyle sıcak olduğunu yeryüzünün, böyle anlaşılmaz olduğunu her varlığın ve henüz bıkmamıştım hiçbir şeyden, henüz yılmamıştım, yıkılmaya daha zamanım vardı ama zamanımın vakti kalmamıştı. Merhametimin elleri bağlı sanki gözleri gökyüzünde, dizleri dökülüyor.  İçimin döküntüsü, dışımı çöktürüyor. Kurşunlar ayrı vızıldıyor, arı sesinden çok onların sesi, çiçek kokularından mahrum barut kokusu, her yerimiz yanık içinde. Aklımı dövüyorum, fikrimin olmazlarına, inancım nasıl da kandı, tam inanırken, beynimdeki patlama, her taraf kelime içinde, inancımdan vuruldum, yaşama sevincim yerlerde, sürünüyor, süründürürken. Bazı kelimeleri içime atıp, susmak istiyorum. Çare olur mu kelimesizliğime, bilmiyorum.

Ölürken o son sırrı da yutmuş gibi kelimeler, susarken, ölmüş gibi ama susmayacakmış gibi, ölümün böyle olmadığına inanmış gibi, gözbebekleri nasıl da küçülmüştü. Fikrimin yabancısıyım, aklımın yalancısı, kalbimin inancı. O yüzden öldüm.

Bir daha hiç görülemeyecek bir rüyadaki kahraman, hiç anlatılamayacak masaldaki kahramanla ruh eşi olmuşlardı. Aşk diyorlardı adına, tılsımların yalancısıyım. Öldükten sonra hep cenazemin uçacağına dair içimdeki sahte inançlar ve yaşadığım günden çok fazla yaşamış hissine kapılan ruhumla, belki onulmaz bir uçurumun ucundan sesleniyorum sana, belki de tek nokta sığacak kadar bir delik bulduğum bu tabutun içinden. Mecazlar bazen, gerçeklerimizi yenmez mi? Yaşamadığımız şeyler, bazen yaşadıklarımızın önüne geçmez mi? Öyle işte… Bazıları bu sessiz hikâyenin ardından şarap kadehlerini tokuştururken, bazıları da anlaşılmaz dillerde dua edecekler, ben hepsini duyacağım. Gerçek hayatta duyduğum hâlde karşılık vermeden az durduğum zamanların inadına, her şeyi duyup, konuşmayacağım, gerçek hayatla alakam kesin kesildi diyeceğim bu sefer. Kendi aklımı yitirdiğimde, başka bir şey bulmuşum gibi sevindim, bir boşluğu kapatamıyorsan, daha başka boşluklar açıyorsun hayatında, o boşluğu unutmak için. Ruhum onunla o zaman tanıştı, aklımı arıyormuşum gibi yaptım, belamı bulmuştum. “Tılsımım olur musun?” dedim. Dudaklarımı boş verdi, ağzımın içine ölüm doldu, kusamadım. Onun yerine sustum, dudaklarımın açılmaması lazımdı. İçimde dolaşan kelimelerden onun haberi yoktu. Cümleleri yüzüne çarpıp geri kalbime giriyordu, içine işleyecek kadar zamanı yoktu.


Yağmur her şeye şifa gibi, acılar buhar olup, gidiyormuş gibi… Galibiyetim sustu, mağlubiyetim azdı, korktular, en çok gözlerimden, sonra da gözyaşlarımdan, korkak oldukları için değil, şefkat bilemedikleri için, nasıl davranacağını bilemeyen insanların tedirginliği yapışmıştı ceketlerine, çok şık duruyordu, hüzünlü baloda… Çok şık sırıtıyorlardı…

Herkesin bu kadar ikiyüzlü olduğu bir dünyada, tek gülen yüzüm yetmiyor bana, aynalarla çoğaltıyorum, gülmeyi, kahkaha oluyor. Başkalarının gülmeleri de yetmiyor. Yüzümü astım, hem de geceler boyu. Odamdaki eşyaları boşaltmayı düşündüğümden beri, daha fazla dağıldığını hissediyorum, beynimin ve eşyaların, benim kitaplarla yakınlığım insanların hazmedemediğim kötü karakterleri yüzünden, teşekkür ederim buna, hem de tüm içtenliğimle, rezaletiniz dünyayı daha çekilmez bir yer yaptığı gibi, hayata dair daha az çaba sarf ediyorum.  Bazen; yapılan iyi bir şeyin, iyi gelmediği gibi, bazen de yapılan kötü bir hareketin devamında iyi bir şey olması gibi bu işte. Dünyadan biraz daha, elimi, eteğimi çekmeme neden oluyorsunuz, minnettarım, kitaplardaki kadar… Tüm bunları bir de Fransızca bağırmak isterdim, ama ben ancak Türkçe susarım, siz yine de bir şey anlamazsınız…

Üzümlerinizden artık şarap da olmuyor, güler yüzünüzden de menfaat akıyor, kalbimi doldurmak tüm bunlara yetmiyor, dünyamı biraz daha boşaltmalıyım.

Bedenden önce ruh vardı, kimse ruhla ilgilenmiyordu ama. Çıplak ayaktan önce, toprak yol, yoldan önce iz, bir şeyin izi vardı. Kimse nereden geldiğinle de ilgilenmiyordu, neden bu kadar yorulduğunu da sormuyordu, dinlenmek için oraya gittiğini, soluklanmak için nefes aldığını, fikirlerini, düşüncelerini bilmiyorlar ve önemsemiyorlardı. Yanlışlıkla geldiğin dünyadan yalnızlıkla ayrılıyorsun, tek kişilik eşyaların gittikçe çoğalıyor, düşüncelerin gibi, o kadar uzaklaşıyorsun ki sonra, neden ağladığın sorulacağı yerde, neden sustuğun konuşuluyor, artık o kadar uzaksın ki, haykırsan bile duyulmuyor, ağlamalar eskidi üzerinde, şiddetlerin korosunu düzenliyor bedeninde, kurumuyor…

Büyürken, saklandığımız yerde unutulmuş çocuklarız biz, bazen de yağmurda korkudan yatağımızı ayıcıklara verip, karyolanın altına saklanırdık, geceleri saklambaç oynarken, kaybolurduk, sonra canavarların geleceğine falan inanırdık. Büyürken korkan çocuklardık ama büyüdükten sonra her şeyin gerçekten daha korkunç ve daha kötü olacağını henüz bilmiyorduk, korkularımız da çocuk kadarmış, korkularımız biz büyümeden büyüdü, kıyısına vuran kahkahalarımız dudaklarımızın içimize hapsoldu, üç kelimenin cehennemine yenik düştük. (Sus!) Kalbimizin tam alnından vuruldu umutlarımız, zehirli silah ile umut etmeye korkarken, umut düşmanı olduk. Duygusal hücrelerimizin bir kısmı öldü biz büyürken, bir kısmı da can çekişmeye devam ediyor. Beynimizin bir yanı ölü, diğer yanını diğer ölü yanın acısını unutturmak için hep uyuşturuyoruz.

On sekiz yaşıma kadar zararlı ya da günah hiçbir şey tüketmedim, hiç sigara içmedim, alkol almadım, hiç ilaç kullanmadım, günümüze göre oldukça sağlıklı yaşadım, duman altında sabahlamadım, sonra kansere yakalandım ve almadığım kimyasal, almadığım ilaç (zehir!), almadığım radyasyon kalmadı. Oysa o güne kadar bedenime şırınga bile değmemişti, artık damarlarım bulunamaz olduğu halde, yeni damar yolları açmaya çalışırken, sabır denilen şeyi en çok acı çekerken öğrendim. İnsan en çok bilinci kayıpken sabredebilir her şeye, benim bilincim hep açıktı, belki ruhumu özgür bırakmıştım uzaklara gitmesi için, acı çekmesin diye… Çünkü ruh bedenden daha çok acı çeker, beden ne yaşarsa yaşasın, eğer ruhuyla hissedemeden yaşıyorsa, beden tek başına daha az acı duyar. İşte bu yüzden ruhumu bedenden ayırmıştım. Ruhun uzaklarda olması, bir yanımı ölü gibi bir şey yapıyordu. Yine de sabrı yüreğimden bırakmamıştım. Pipetle çay içmekten bıkmıştım, çayı kaynar içememekten tiksinmiştim, bol su içmekten kusuyordum, insan gibi ekmeği salatanın suyuna batırıp kaç zaman yiyemedim belki. En azından bu benim başıma gelmemeliydi, o yaşıma kadar çok iyi bakmıştım bedenime, zararlı diye anılan her şeyden uzak durmuştum. Yükseklerde uçan kuşların, yüksek binaların tepesinden baktığımda ne kadar büyük olduklarını da görmüştüm o yaşımda, ben sadece uçmak istiyordum, anlattıklarımın ve yazdıklarımın bölünmesini istemiyordum. Bitirdiğim hikâyeleri öldürüyordum, ölü bir paragraftan başlıyordum hayata. Eskiden biraz ölmüş birisi, yeniden canlandığını zanneder yalnızca, yeniden can bulmaz. Bedenimin üçte ikisi öldü, hâlâ birçok şeyi nasıl hissedebildiğime hayretler içinde bakıyorum, kendimi seyrediyorum uzun saatler boyu, gözlerime bakarak, ruhumu görmeye çalışıyorum, gördüğüm şey büyümek ve yorgunluk, erkenden yorulanların, erkenden dinlenemediği bir dünya burası, yorulan hep daha çok yoruluyor. Masallardaki pamuk prenses kadar gamsız olmak isterdim bundan sonraki yaşamımda ya da hiçbir şeye karışmak zorunda kalmadan, bir kitabın sayfalarının arasında, hiç tanımadığım bir hikâyede uyuyan güzel olmak isterdim. Masallardaki hayallerden öteye gidemedi hayat, o yüzden gerçekten gerçeği söylüyorum, yazdıklarımın bir kısmını öldürüyorum, tüm samimiyetimle, öldürmesem diğer kalan üçte birlik kısmım da yaşayamaz biliyorum. İstiklâl caddesinin kenarlarında söylenilen şarkı kadar sessizim ve onlar kadar duyulamaz. Ama duymasını bilen ne güzel de duyar, ne güzel susar, ne güzel anlamış gibi kırpılır gözleri…

Nevin Akbulut
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Beş 17 10

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Şüpheli Bir Şey


İnsanın saplantıları bile yalnızca kendini rahatsız etmeli, kimseye dokunmayacak, kimseye ulaşamayacak saplantıları olmalı insanın, huzursuzluğumun nedeni herkesi aynı renkte görmem, buna rağmen herkesten uzak durmaya çalışmam, meleklerin varlığını hissedemediğimden beri, şeytanların melek olduğuna inanıyorum, insanlar mı? Bence onlar hiç biri, benim kafam niye bin dünya?

Dizlerime çektirdiğim acıda en çok sırtımın payı vardı ya da sırtımdakilerin, aklımdakilerin de olabilir, bazı şeyler hiç masum değil, hayatın zor aşamasından geçerken, hep birikir o anlar, harcayacak bir yer bulamayız, satışı yoktur hüzünlerin, bedava da olsa hoş, kimse yine de almak istemezdi. Eskiden hayalim masa başı bir işti, okuyan, okutan birisi olmak tek isteğimdi, sonra hiç olmaz insanlarla muhatap olarak hayatıma devam ettim, değmez insanlara, değecek şeyler yaptım, orta halli memur gibi her gün monoton, akşam iş çıkışlarında özgür hayatlar yaşamayı seviyorum yine de, belki de içimde ölen bir yerlerimden miras kaldı bu bana, sokaklarda dolaşmayı da seviyorum ama ağrımdan başka gücüm yok…

Kırmızı balık demek, yarın ruhsuz demek, yarı baygın demek ve çok ölü demek. Bir kılçığı hep ölümün içinde, kendine batırmakla meşgul, kırıp, çıkacağım bir fanus yok artık, ölümün içinde bile balıklar var, sahil kıyılarındaki kumlarda kaybolmanın yasak olması demek bu. 

Bu kadar bela varken insanın başında, hala neden trafik lambalarına dikkat eder ki? Hayallerimi isteyebilecek kadar cesaretlendim artık sanırım, bazılarına takma isimler koyuyorum, çok yakışıyor. Birbirlerini seven insanların gece olunca, güzel sohbet edemeyip, başka şeyler yapmalarını hatta bunu birbirini sevmeyen insanların da yapmalarını anlayamıyorum, bir yerde bir terslik var ama ben hatalı soldayım, içmeden birbirine dokunamayan, karışamayanlar var, oysa içimizde her gün başkalarını taşıyoruz, içine dokunamayınca insan, başkasına da mı dokunur hep? Saçlarımı sevdiğim renge boyadığımdan beri, sevmediğim insanlar çoğaldı, tesadüf mü bu bilmiyorum, hayallerim hala çizgili masal kitapları gibi, çocukluk mu bu ya da değil ya da her şeyin bilincinde olup da çocukça şeyler yaparak, susmak, daha güzel bir şey olmadığı için, bunu yapıyorum. Ama hiç biriniz çizgi filmlerdeki kahramanım olamayacaksınız ve hiç biriniz roman kahramanları kadar bile içime dert olamayacaksınız ama yine de şiirine birini aldıysan, çıkarmıyorsun içinden, öyle de bir şey var. 

Yorgunluğumun üzerinde, seni özlemişliğimi bulabilirsin, uzun zamandır giyilmemiş kıyafetler gibi dolabın bir köşesinde bekliyorum, yorgunum bir o kadar da rutubetli duvarlarım, bana dokunduğunu bildiğim halde bir şeylerin, daha önce hiç duyulmamış halde, iyi olacağımı umuyorum, ruhun uyuşması da bu sanırım, bahar cilvesi… Kuşkulanmayı öğrendiğimden beri, bir tereddüt yerleşti içime, artık başka bir şey var gibi, artık herkes şüpheli gibi…

Hayatımı ikiye ayırdığım o çizgiden kimsenin haberi yoktu, fark edilmemişti, yanındayken nasıl güvende olduğumu, tereddütlerimden uyandığımda anladım, ben hala sarmaşıklı düşler kuruyorum, çiçekler gibi sarılıyoruz, çocukken eve gelen misafirlere sorgusuz sarıldığımız gibi, bizim zamanımızda çocuklar daha güler yüzlüydü, şimdi şüphe okunuyor hepsinin bakışlarında, gözlerim yaşlıydı benim, gelecek bir zamanda, ileride bir hayatta uykusuz düşlerimde, kimsenin olmadığı büyük parklarda kayboluyorum, içime yer eden tek şüphe çocukça. 

Kronik sancılarım var benim, rahat nefes alabilsem bu kadar yorulmazdım. Dokunduğum çiçeklerin kadifeliği hayatı anlamlı kılmaya yetmiyor bazen, yine de dokunmak istiyor insan, varlığını hissettiği ya da hissedemediği bir şeylere, şüphe bu işte, dokununca inanacak, dokununca gerçekleşecek, oysa birçok şey dokununca kayboluyor. Yaranın geçmesi için, başka bir yerden, başka bir acı tedarik ediyoruz.

Sezen Aksu’nun şarkılarında kendimi bulduğumdan beri, sana ihtiyaç duyduğumdan şüpheliyim artık. Benim zoruma giden başka şeyler var, dünyanın bazı yerlerde yamuk durması, mesela bazı insanların eğreti durması, hayır simetri değil hiç düşüncelerim ama bazen, bazı şeyler hiç de olması gerektiği yerde değil. Başkasının acısını sahiplenemiyoruz. Belki yeterince sevilmiyoruz, yoksa neden elimizden alınsın ki, hayatımızın bağlı olduğu şeyler? 

Bir sabah uyandım ve yüreğimdeki kitleyle reşit oldum, herkesin acısı kadar büyüdüğümü hissettim, hiç hazırlıklı değildim, endişeyi o gün öğrendim, ontolojik bulgular olmasa, bilemeyecektim içimdeki yerini, keşke bu kadar sahiplenmeseydin, yerini, biraz yadırgasaydın, yumru gibi bir şey inmişti yüzüme, gözlerim ellerimden hesap sorar gibiydi, ellerimi güneye çevirdim, oraya yakın olup, insanlara uzak olmak istediğim o sene öyle geçti, sonra bulgumdaki çaresizliğimi, aslında hiçbir şey bulamadığımı, dizlerimin üstünde sabahladığımı, sabahın bile karanlık olduğu birkaç yıl daha geçti, aklımdakileri birleştirecek sabrım, onları bozabilecek bir puzzle yoktu, ortada resim de yoktu zaten, anlatacaklarım, unutulan hikayeme yalnızca kurgu oluyordu, oysa hayatımdaki önemli insanların hayatlarının hikayesindeki simgelere bile dikkat ediyordum, nasıl sahipsizdim, içimdeki acıyı bırakacak yer yoktu, lavaboya bırakmayı istedim her sabah yüzümü yıkarken, su batıyordu, soğuk aynadan daha soğuk bakıyordum dünyaya, ama sıcak su olunca çıkan buharları seviyordum, başka türlü ısınamıyordum, uzun yola çıkıp, yanındaki yabancıyla aynı koltuğu paylaşıyorum gibiyim kendimle, kendiliğinden bir uzaklık bu, ama yakın. 

Hayatta kalan güzel anları yutup, iyi olmak isterdim, anılardan başka iyi yanımız yok, endişe kemirirken içimizi, yine de ümit etmekten geriye duramıyor insan, içinden bir yol gidiyor dışa, sanki nefes almak gibi, kontrolsüz, uçsuz ve bucaksız. 

Her hikaye kendi katilini besliyor içinde, bense yüzümün yarısını katilime bağışlıyorum, besliyor gözlerimi tuzlu su ile boğmak için, kırmızı tırnakların içine yazıyorum acımı, benim yarımımı bağışladığım gibi hayat da beni bağışlasın istiyorum, kurbanı olmanın ruhunu didikliyorum, yine de mutlu olamıyorum. Bazı hikayeler kısa olduğu halde nasıl da uzun sürüyor, geçmeyen zamandan izin tahsis edemiyorum, geçen zamanların ardından elimle kalan köşesi kırık yıldızlar, yuvarlanıyor avuçlarımda, beslemek istemiştim, acımı törpüleyen şeylerin köşesini, sivriltip, kendime batırmak istemiştim, kırıldı, kalbim kadar kırık her şey, camdan olduğumu, aynaya çarptığımda anladım. Sokağa çıktığımda saçlarımın yağmur altında dımdızlak kalması, saçlarımın yalnızlığındaki elsizliğidir, yabancılar bundan sorumlu tutulamaz, yine de sevebilirim, bir çift yabancı eli, çocuk saçlarımı okşayabiliyorsa, şüpheli bir şey bu, gözlerime sıçradı, hepimiz kalabalıkta mutluluk törenleri düzenleyip, yalnızlıkta cenaze törenlerinde simsiyah giyiniyoruz. Hava daha ne kadar kararabilir?

Gece ne kadar masum olabilir ki
Karanlık bu kadar kırmızıyken?


Bir Mayıs İki Bin On Beş 15 50
Nevin Akbulut

Kafamdaki Çiçekler Bomba Açtı


Dudaklarımı ve tırnaklarımı yediğim her şey için biraz et borçlusunuz bana, yürek eti, eğer varsa tabi… 

Küçücük şeylerin travma yaratması, o şeylerin küçüklüğünden ya da daha büyük bir şey yaşayamadığından değildir, o şeylerin çok büyük bir his kaybına uğrattığıyla alakalıdır yani hisler her zaman daha fazla yer kaplar hayatımızda, elle tutulur, gözle görünenlere oranla…

Acının bir kısmını yaşadığımda yetmedi bana, en son seviyesine kadar acıtmak için elimden geleni yaptım, sonu olacağını bildiğim için, başlangıcı düşünmedim, nerede olduğunu ve nasıl ilerlediğini, gittikçe yükselen bir acıyla sana bağlanıyordum, kanımın akmasına kadar gidecekti bu, umursamadım, içimdeki kan kırmızı bir intihar düzenliyordu her gün, sessizce akıp, bitmesini anlıyordum, bitince sonumu düşünemeyecek kadar uyuşuyordum, bindiğim bir taksinin beni tanımadığım eski bir apartmanın kapısında bırakmasını diliyordum, senin artık olmadığını düşünerek daha da saçma şeyler yapıyordum, hangi kokuya bulaşırsam bulaşayım, duyduğum sendin, geçmiyordun ama sürekli gidiyordun, benim artık tek derdim, sonuna kadar acıya bulaşmak, dibine vurmak acının ve yüreğimden sonra her yerimin bu acıyı tatması…

Mesela midem ağrıdığında, geçmesi için daha büyük bir acı istedim, demli çay eşlik etti buna, aynı anda üç sızıyı birden yaşayabilirdim, belki de tek yeteneğim buydu, bana miras bıraktığın şarkılar kadar fazlaydı, sızılar, her bir yanımdaydı, kokunun değdiği yerler ağrıyordu belki de artık, geçsin istemiyordum… Edebiyatın masallığına seni uygun göremiyordu cümlelerim, masallar yalan gibiydi artık, ben acıdan yanaydım, ama ebedi bir sızı çıkardı senin bıraktıklarından…

Nefes darlığım var, yer darlığım var, daraldıklarımı birbirleriyle karıştırıyorum hatta sıkılınmayacak insanlardan bile sıkılıyorum, her şey birbirine karıştı, bu benim suçum değildi, bugün kendimi iyi bir insan gibi hissetmiyorum, buna rağmen her şeye aynı derecede ayırmadan hiç, darılıyorum. En çok sokaklardaki ışıklar kırıyor beni, bin parçaya bölünüyorum, bin şekilli avizelerin altındaki gibi, bin bir şekle giriyorum, yüzümü bir türlü birleştiremiyorum, daha da kırılıyorum. Gözlerim ilk defa birbiriyle göz göze geliyor uzaktan, aynı anda birbirlerine bakabilmenin şokunu atlatamıyorlar. Şehrin sokaklarına sesleniyorum, duvar gibi yüzüme bakıyorlar bir süre, sonra dayanamayıp, gidiyorlar, kimisi de kendini uçurumdan aşağıya atıyor, seviniyorum buna, şehrin boş olmasına seviniyorum çünkü rahat rahat kırılabilirim artık, o rahatlıkça dağılan parçalarımı toparlayabilirim, belki eskiden olduğu gibi bütün olabilirim tekrar, hayalden başka ekmek yok bana buralarda…

Şehri boşaltın, çünkü kırılıyorum…

Küçücük evlerde büyüdüm, ahşaba merakım doğduğum evden. Çocukluğumu hatırlatacak en ufak ayrıntılara bile hayranım. Büyüyen binalarda birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz, hemen hepimizin yükseklik korkusu var ama yükseklerde gözümüz, mesafeler yakın ama iletişimimiz kopuk, havayla birlikte bir selam gönderemiyoruz, kuş ayağına bağlanılan mektuplar masallarda kaldı, bu yüzden anlaşamıyoruz bence, suyun altında sigara içmek isterdim, içerledim, gözümü sudan değil de dumandan açamamayı isterdim, göz yaşartan kimyasallarımız var artık, çok mu şey istiyorum?...

Benim yüreğim fesleğenlerini döktü
Siz onlardan yemek yapıyorsunuz…

Kaç gecedir kalbimi bahçedeki ipe asıyorum, yaşadıklarıma ancak gülerek katlanabiliyorum bir de yazarak hatta daha çok yazarak…

Çoğu zaman hangi kitaba başlayacağımın düşüncesi içinde ama hiç düşünemediğim bir kitaba başlıyorum, çekiyor beni, beni kitaplardan başka bir şey çekemez zaten. Bir elimde sigara, dumanda boğularak ölmek isterdim, bacaklarımın arasında bira şişesi, elimde tutamam zaten, muhtemelen dizlerimin arasına sıkıştırırım, tabi öldüğümde o dizlerim gevşeyecek ve o şişe dökülecek, kokuşmayacağım ama bira kokacağım… Üzerimde kirli bir beyaz elbise, beyazlar hep kirlenir bazen doksan derece bile yetmez temizlemeye, kaynatıp, canını yakmak gerekir beyazların, o zaman da yumuşar… 

Kafamda çiçekler açtı.

Bazı şeyler düşüncemdeki figürden ileriye gidemedi, belki de bu yüzden hiç unutmuyorum, bir ruha bürünebilseydi, o ruh canımı yakacak ve unutulacaktı. Üstelik ona hitap ettiğim gibi kimseye seslenememişken…

Birilerinin birilerini merak etmesini nasıl yadırgıyorum, eski çağlarda kalmış bir huy gibi geliyor bu, birini merak etmek, tam da ona sahip olduğunu düşünmektir ki bu merak aslında korkmaktır, kaybedeceğinden korkmak… Korkmasa merak etmez.

Özellikle de bazı şeylere müdahale edecek gücü bulamıyorum kendimde, 

Herkes bir şekilde birilerine kötülük yapıyor, bazen hatta iyilik yaparak bile. Yalnız kendine kötülük yapabilenler yalnız ölme bahtiyarlığını yaşayabiliyorlar, çoğunluk yanındakilere ölürken, yalnız kalmamak için katlanıyor, oysa en çokta onlar öldürüyor…

Mesela benim hiç teraslı evim olmadı, hep giriş kat balkonlu evlerim oldu, balkonun amaçsızlığını düşünüp durdum giriş katlarda…

Tırnaklarım kırılmıştı, ojemin yarısı sıyrılmıştı, sanki çıplak kalmıştım ellerinde, ellerinin bu kadar güzel olmasından nefret ediyordum ve yaralardan da, sakınamamaktan da, güçsüzlerin ezilmesinden de, ben hiçbir zaman güçlü olamayacağımı biliyorum, ezildikçe… Güzel şeyler ortaya dökülür zannettim kanayınca, dökülen resim kötüydü, çirkindi, eskimişti, insanın içinde de eskiyen bir şeyler muhakkak vardı, ama özlemleri taptazeydi, özlememek için hep uyumayı tercih ederdim, bazen insanın özlediği şeyler öyle bir batıyor ki, iz bırakıyor. Rujumun bir kenarı sıyrılmıştı, dudağımın derisiyle birlikte, çeneme bulaşan sıvı, ama izin vermedi kulaklarımın uğultusu, öyle büyüktü ki, tüm kafamın içine yayıldı, dinleyemedim başka sesleri, sağır gibi bir şey oldum, midemde bir fenalık var, kalbimde kırıklık…

Kendimi gördüğüm insanlar da oldu, ama şimdi yoklar, biraz ölüler, biraz rüya, çok hatırlanmak üzere, az konuşulan. Kendimi sustuğum insanlar da oldu, onların yerine cevaplarını kendimin koyduğu ve hiç cevap bulamadıklarım da oldu, sırf bu yüzden gittim peşlerinden, sonra kaçtım korkunç cevaplarından. Bir zamanlar özgürlüğümü kısıtlayan tek şey, kollarıma bağlanan serum kablolarıydı, hayata bağlanmak ölüme yaklaşmak gibiydi ve başka bir şey daha var; hayata bağladığına inandığın insanlar da seni ölüme yaklaştırıyor. Şimdi keşke bu ikisinden birisine bağlı olsaydım, hiçbir şeye bağlı değilim, bunun ihtiyacı da beni sakince öldürüyor…

Kimsenin kötü olmasının nedeni değilim ama iyi bir, kötü neden olmam için zorluyorlar…

Yanlış yere konulmuş sorular var hayatımda
Dosdoğru sorulması gereken

Ama cevaplayamıyorum
Yüreğim zaman makinası
İçimde saatli bir bomba var



Yirmi Mayıs İki Bin On Beş 12 00
Nevin Akbulut