Anıların da bir
ömrü vardır, sonra kâbusa dönüşürler.
Kendimi en sakin
yerde terk ettim. Bir masanın başında oturmuş, porselen kupamda son kahvemi
içiyordum, bitmesini erteliyordum, her şeyin bitmesini ertelediğim gibi,
zamanın geçmesi hayatıma bir hediyeydi, uzun zamandır hediye almamıştım.
Dünyanın sokaklarından geçmiştim sessizce, bir sürü rüya görmüştüm, eğer böyle
giderse görmeye de devam edecektim. Rüya işine son vermek istedim çünkü
gerçeklerden daha fazla şey oluyordu oralarda. Kaç tane yirmi dört saatim varsa
hepsini de harcadım, umutlarımın bittiği yerde, bir tek gecede tükettim her
şeyi. Payıma düşen ters oturan sandalyeyle birlikte, ıslak, camdan bir şey gibi
soğukluk hissettim. Acıdı, ama batar gibi bir acı değildi, o dokunan yerden
başlayıp, tüm kalbimi kaplayıp, sızan bir acıydı. Bazı şeylerin izahının
yetmediğini biliyorum, belki de bu yüzden eksildim.
Bu kadar zamanda
en azından ufacık bir değişiklik olmalıydı içimde, en azından yaşanılabilir
olmalıydı günler, geceler bu kadar uzamamalıydı. Göğsünde görünmeyen yaralarla
daha fazla uzağa gidilemez, inanmışlığıma saplanmıştı, gündüzken birdenbire
gece olmuş, korkmuş, hiçbir şey yapamamıştım. Dilimde en az kalbim kadar kırık
bir melodi, inanmam gerekenlere bir türlü inanamıyordum. İnatçıydım, inanç
duvarlarımdan zıplayıp, atlayamıyordum.
Sırtımda bir
yaradan çok iki el olsun isterdim, kendi ellerim, soğuk ve kimsesiz ellerim.
Kendi ellerim olsaydı sırtımdaki, hiç düşünmeden büyük bir cesaretle aşağıya
atardı kendimi. Ama sırtımda iki el yok, kanat da yok, yaradan ve ciğerden
başka bir şey yok. Sırf çirkin görünmesin diye yaralarımı gülümsemelerimle
gizledim çünkü böyle daha güzel olacaktı, yaralar çirkinleştikçe, daha güzel
gülümsedim. Değişim zamanının, zamandan daha çok değişen insanları, bir çırpıda
olmuşları olmamış gibi göstermeleri, daha da yabancılaştırdı, keşke yalnız
kendime değil de herkese yalan söyleyebilseydim, bir çırpıda gidebilseydim o
uzaklara ya da kendimi yok etmenin bir yolunu bulabilseydim. Kandırdığım
kendimdi ve ben yine hiçbir şeyi anlatamıyorum. Kör bir bıçak elimdeki, dilimi
kesemiyorum, kendim de kesilmiyor. Kelimeler peşimi bırakmıyor.
Doğru delirdim
ben. Doğru sustum, belki zamanı gelmemişti susmanın, ama içimdeki kelimeler
yerine oturmuştu, izahı yoktu, ondan sustum. Beynime hücum eden kelimelerin
kifayetsizliğiydi belki de beni susturan, inancımı birilerinin yüzüne vurmam
gerekiyordu.
Hayatının satır
aralarına sıkıştırırken kendimi, kaçak göçek tıkıştırırken beni, oradan oraya
hırpalarken ruhumu, sen hayatımın satırlarında ana başlık gibi bir şeydin, bazı
şeylerin anlamsız olması, bana anlamsız gelmeyeceği anlamına gelmiyordu. Senin
için ne kadar anlamsızsam, benim için o kadar anlamlıydın ve bu anlam bulduğum
anlamsızlıklar yüzünden uykularım düzensizleşiyordu, hiç kimsenin aynı cevabı
veremeyeceği sorular birikiyordu beynimde. Anlam bulduğum saçma şeylerin
anlamsız gelmesi gerekirken, o anlamlarla (anlamsızlıklarla) yeni bir dünya
kurmuştum kendime. Aslında yok olmakla ne kadar da iyi ettin, hiçbir zaman
gerçek bir şeye inanamayacağımı biliyordum. Beni bu rüyadan (kâbustan)
uyandırdı. İyi oldu bana.
Seni severken,
birdenbire bir ömrün dışına taşmıştım, daha büyük şeyler yaşıyordum sanki daha
az nefes alıp, daha büyük, mutlu zamanlar geçiriyordum. İçim, dışımdan daha
büyüktü sanki sığmıyordu.
İçimdeki benden
biraz daha soğudum bugün. Bazı şeylerden vazgeçebilseydim, ruhum biraz daha
rahata ererdi, huzur vazgeçmektedir belki de. Niye hâlâ inat ediyorum? Üstelik
bu kadar yorgunluktan bahsederken? Defalarca kendime tekrarladığım o sorulara
daha yanıt bulamamışken, soruların bile yanlış olduğu düşmüyor mu aklıma?
Elbette düşüyor, kucağıma, kadife eteğimin tam üzerine, elimi tuttuğumda diğer
elimin daha soğuk olduğu ve dışına dokunuşum kadife hissi yaratıyor. İçimde
hâlâ bir şeylerin bu kadar yumuşak kalabilmesi ve dışımın böyle başka bir
şeymiş gibi durması… Uzaklaşıyorum içimden, içimin naifliğinden,
yumuşaklığından, hüznümden kaçıyorum. Bir elim bile başkaysa benim, ben artık
kendime bile benzeyemem.
Bir incinin
içinde unutulmuş buldum kendimi ve yaşayamadığım bir hikâyenin içine hapsoldum.
Daha iki parmak boşlukla başlayan satırlarım hayatımda uzunca bir sus boşluğu
oluştu, üstelik parmaklarım küçücüktü, sayfalar dolusu boşluktu hikâyem. Bu
kadar uzun boşluğu nasıl dolduracağımı bilemeden, sızlandım. Hayatımın
başlaması için en azından birine daha ihtiyacım vardı ama paragrafın içinde
yapayalnız buldum kendimi. Belki de bu yüzden kaybolmak istedim çünkü biz
kendimizi kaybedemedik, birbirimizi kaybettik. Güzel günler, ölümlü faniler
gibi gelip, geçiciydi. Boşlukların güzel günlerle ilgilisi yoktu, biraz yalana
ihtiyacım vardı, ağzımı açamadım, kalbimi parçaladım. Kendimi yok etmeye
çalıştığım yerde senin kelimelerin duruyordu, üzerine basmamak için, düşmemek
için biraz daha yaşamaya kalktım, yaşadım, romanlar ucuz, hayat pahalıydı.
Yaşamanın birkaç organın çalışmasından ve saat gibi çalışan, arada hızlanan ya
da tekleyen bir kalpten fazlası olduğunu bilerek yaşadım, böylesine yaşamak
azaltıyordu ömrümü. Yaşamak kelime içinde kullanıldığı gibi durmuyordu benim
hayatımda, yaşayamamak diye yansıyordu hikâyeme.
Ondan vazgeçmen
gerektiğini anladığında, ancak farkına varırsın ki, ne kadar çok şey var,
vazgeçmen gereken. Bir sürü şarkı, bir sürü sokak, bir sürü anı. Bir hayat,
ertelediklerine geri dönmek istediğinde artık geç kaldığını öğrenirsin. Sen
aslında hiç yapamayacağın şeyleri bile onun için yapıyorsundur ve artık anlamı
yoktur hiç birinin. Kendini tüm bu anıların ve hatırladıkların içinde öylesine
yabancı hissedersin ve öylesine bir boşluğa yuvarlarsın ki… Hepsinden geçtin
diyelim, günlük kullandığın kelimeler, kelimeleri kullanırken, onu anmaların,
sırf onu hatırlattığı için, bahsettiğin şeyler, şarkılarda onun adının geçmesi
ya da senin ona hitap ettiğin şekilde karşına çıkması kelimelerin. Sokakta bir
çift sevgilinin, onun elini tuttuğun gibi tutması sevgilisinin elini ve onun
gibi bakması, aslında bakamaması. Başkalarında gördüğün eksikliklerde bile onu
anımsadığın. Her canın acıdığında onu hatırlamaların, en ufaklarında bile.
Sanki o teselli edecekmiş gibi, içinden adını defalarca tekrarlamaların, iyi
gelecekmiş sanki bir teselli verecekmiş gibi ona sığınmaların, gizliden, onun
haberi olmadan. İçinde tüm bunlara cevap bulmaların, aslında soruların baştan
beri yanlış olduğunu bilmelerin…
Büyülü sözler,
zengin kelimeler, imkânsız aşklar falan da bir yere kadar, insan eninde sonunda
anlaşılmak istiyor. Ben seni anlaşamadığımda da seviyordum, ama canım artık
daha az şey istiyor, anlaşılmak da bunlardan birisi, hatta hiçbir şeyi
istememeyi istiyorum ben. Kitaplardan bile daha az etkileniyorum, her şeyi daha
az kafama takıyorum ya da hep takıyorum o taktığım şeye, ortası ya da olması
gerektiği gibi olmuyor hiçbir şey. Eskiden daha çok konuşur, daha çok
gülermişim, şimdilerde ise daha az konuşup, daha fazla düşünüyorum,
ağladıklarımı, yanında pişmanlığın kendime olan pişmanlığımın haksızlığıyla
zaman geçiriyorum. Arada midye kokan sokakları geziyorum, onu hatırlattığı
için, özlediğim için. Hayır, midyeleri özlemedim. Onu özlemek, bunca şeyden
sonra belki de benim midesizliğimdi. Biraz fazlaydı bedenime, ruhum doyar
zannettim, bu fazlalığın kendimi çıplak zannettirip, böyle üşüteceğini
bilmiyordum. Yine de oralı olmadım,
zaten hiçbir yerli değildim ben.
Yirmi Beş Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut