16 Kasım 2016 Çarşamba

Pasaj VII


Uzatma!
Daha ne kadar kestirirsem saçlarımı biter bu uzatma...
Ya da ne kadar kestirmezsen biter bu çatışma?
Uzatacak kadar zamanı olanlara hayretle ve hayranlıkla karşılıyorum, uzatacak kadar zamanımız yok…Sabaha kadar İstanbul’daki tüm içkileri içebilirmişim gibi geliyor, daha ilk şişede başım ağrımaya başlıyor, içmeden sarhoş olanların arasına katılıyorum. Beraber yalnızlığı konuşuyoruz, sadece konuşuyoruz, paylaşamıyoruz. Düşüncelerim uyuşuyor. Yetmez dediğim şeylerle yetiniyorum sürekli, gelişine de yetmez demiştim, artmış bile, gidişinden belli ya da gelmeyişinden, en azından sana yetmiş. Başım dönüyor, yazdıklarım kargacık burgacık, kelimeler hep kırmızı şarap içmiş gibi sallanıyor sağa, sola. Daha çok sola yaslanıyor cümleler. En öndeki cümlemin beli bükülüyor, çaresiz, en gerideki cümle cesaretli, bir adım ileriye gidiyor. Bu yüzden erkenden noktaya çarpıyor, tahmin etmediği bir anda. Cümlelerim, duvara toslamış gibi. Dünya yerinde duruyor, her şey dönüyor. Yüreğime gittikçe küçüldüğümü hissediyorum ve bundan sonra yaklaşacak acıyı duyumsuyorum, ayakları üzerime basıyor, eziyor. Sarhoş olduğu kadar ezik kelimeler dökülüyor yüreğimden, belki bakışına denk gelecek yerlerde hayalin oluyorum.
Geçerken uğramış yüreğime!
Bir daha misafir olarak bile gelemeyecek kadar uzaklaştı
Gittikçe yüzsüzleşti
Önce dudakları silindi
Sonra gözleri gözden kayboldu
Çok güzel saklambaç oynuyordu

Nevin Akbulut
2016

8 Kasım 2016 Salı

Pasaj VI






















Hayvanların doğallığına hiçbir insan erişemiyor. Bizler hep kendilerini göz önünde hissederek, hareketlerimizi de ona göre ayarlamaya çalışıyoruz. Oysa onlar ne kadar özgür ve olağanlar. Nerede, kimin yanında olduklarının önemi yok, yalnızca olduğu gibi davranıyorlar. Doğallık öğretilebilen bir şey değildir, ama yine de yaşamak için öğrenmek şart. Yazdıklarımız bile doğallığından çıkıyor çoğu zaman, okuyacak kişilerin beğeneceği ya da iyi tepkiler vereceği şekilde yazmaya özen gösteriyoruz. İçinden geçenleri kaleme alırken insan, özel bir süzgeçten geçiriyor yazdıklarını. Bu da doğallıktan uzaklaştırıyor, çoğu zaman abartıldığında da sıkıcı ve yapmacık oluyor, rol yapar gibi oysa sanat doğal olmalı. İnsan ne kadar saf olduğunu vurgulamaya çalışırsa çalışsın ve ne kadar gerçekten doğal olursa olsun yine de bir hayvan kadar olamaz.
Çoğu zaman mekanik bir şey gibi hissediyorum kendimi, programlanmış, “şu şekilde yaşayacaksın, buraya gideceksin, bunu yapacaksın” gibi… İyi bir birey olmak için, kendimizi yerküredeki diğer insanlara beğendirmek için çoğu zaman kendi olağan durumumuzdan bile uzaklaştırıyoruz, kendimizi yakalayamamamız bu yüzden, kendimizle aramıza mesafeler yerleştiriyoruz. Sonucu da hep hayal kırıklıkları oluyor. Her şeyde anlam aramaya çalıştıkça, hayallerimiz kırılmaya devam edecek, beklentilerimiz var çünkü. Beklediğimiz sürece bu kısır döngü devam edecek. Varoluşumuzu sorguladığımız sürece belki özgürlüğümüz de kısıtlanacak ve yapmamız gereken şeyler bize sürekli artarak yük olmaya başlayacak. Sinir harpleri geçireceğiz, kırılacağız hem de defalarca. Öğrendiklerimiz bile bazen bizi incitecek. Tüm bunlar bize doğarken yazılmış cezalar gibi, dünyaya insan olarak gelmenin ödülünün yanında değerimize biçilmiş ceza. Ödememiz gereken bedeli iyileştirmeye çalışıyoruz, tabiatımızda doğallık yok belki ama şiirleştirmeye çabalıyoruz. Şiirleşerek güzelleşeceğimize ve doğallaşacağımıza inanıyoruz. Bedelimizi böyle bağışlatmaya çabalıyoruz. Şiir en doğalıdır, çünkü içinde kurgu barındıramaz.

Nevin Akbulut
Sekiz Ekim İki Bin On Altı 10:10

4 Kasım 2016 Cuma

Pasaj V


Kimsenin kimseyle gerçek anlamda sohbet edebildiği yok çünkü herkesin çok teknolojik iletişim araçları var, araçları var ama iletişim yok. Kimsenin kimseyi gerçek anlamda sevdiği de yok çünkü sanal aşkları var. Kimsenin kimseye gerçek anlamda sırtını dönebildiği de yok çünkü milenyum hastalığı olan, güvensizlik var. Kimsenin hiç kimseye derdini de açabildiği yok artık çünkü herkesin yoğunluğu, dertleri, sıkılmışlığı, çekememezliği var, dertlerimizi anlatabildiğimiz kadar biliyor birileri, bizi gerçekten tanımadıkları için, asıl içimizdeki sızıyı hiçbir zaman fark edemiyorlar. Artık kimsenin kimseyi anladığı falan da yok çünkü zaten kendimizi bile anlamakta aciziz.

Nevin Akbulut
2016

2 Kasım 2016 Çarşamba

Pasaj IV



Gözlerim buğulu camların yansıması, içindekiler net değil, görülemiyor. Görülmesin diye buğunun rengine bıraktım gözlerimi ta akşamdan. Camilla’ya benziyorum belki de ben, her düşündüğünü yapan, benim onların umurunda olmam, onların da benim umurumda olduğunu göstermez, bunun için mi cezalandırılıyorum? Otobüs kalkmadan kitabı bitirdim. Ölenlere fazla üzülmemek lazım, dünya ikinci kez gelinebilecek bir yer değil, eziyet bu eziyet.

Nevin Akbulut
2016

27 Ekim 2016 Perşembe

Pasaj III



Keşke özel güçlerim olsaydı, karaktersiz insanların içine karakter yükleyebilseydim, vicdanı olmayanlara da insaf aşılayabilseydim. Zannettiğim ya da zannedemediğim herkesin birbirine benzemesindeki yalnızlığımda hayret etmeyi unutuyorum çoktandır. “O bile” dediklerim çoğaldıkça, azalıyorum. Hiçbir şeyin fark edemediği geç vakitleri, akşamüstlerini, ikindileri bunu anımsıyorum, hayal kırıklığı yaşamayı bile özledim. Zorla yemek yiyor, kolayca içiyorum. İçmeyi özlediğim kadar, yemek yemeyi özlemiyorum. En son yaşadığım o büyük hayal kırıklığından sonra, bir daha kırılamadığımı görünce şaşırıyorum. Benim tek hayretim bu, beni artık şaşırtacak bir şeyin olmaması, insanların çoğunluğunun aslında ne kadar aynı olduklarını gösteriyor, tahminlerimden başka, aklımın minicik bir köşesinde, o ufacık şüphelerin bile olası çıkması, bildiğim ama hiç hazır olamadığım bir durum. Yine de birinin gelip de bu sefer beni şaşırtmasını isterdim, hayal kırıkları bir kere de adam gibi işe yarasın isterdim, ilk defa iyi manada şaşırabilmeyi dilerdim. Ama yok, o diğer şaşırtmayan insanlardan o kadar çok var ki, diğerlerinin de şansı azaldı, bitti hatta. Ben artık buradayım dediğim hiçbir yerde değilim. Herkesin bir şey istemesinden ya da beklemesinden sıkıldım, uzun zaman öne beklentilerimi bir çukura gömdüm. Uyuşuğum, daha da uyuşmak istiyorum.

Nevin Akbulut
2016

Pasaj II


Duygularını ortaya dökerek yazmak, deli cesaretinden başka bir şey değildir. Sen o cesareti gösterip yazmışsın, üstelik içtenliğinle ve tüm samimiyetinle. Ama aynı yerden yarası kanamayan insanlar, hissedemeyecekler belki de yazdıklarını. Şiir bahçelerinde hoyratça dolaşacaklar, kelimelerinin belini büküp, çiçeklerini koparacaklar ya da ıslatacaklar başka satırları, gözyaşlarıyla. Eskitecekler belki bazı cümlelerin altlarını çizmeye çalışırken. Yine kelimelerinin canı acıyacak, yazarak kanattığın yaran, belki hiç kabuk bağlamayacak. Yazmak, tüm bu kapanmayan yaralara rağmen yazmak, iyileşmeyeceğini bilerek bazen çirkin bulduğun, bazen sakladığın gizlerini göstermek. Her daim eski yaraların kanattığı yeni yaralara bağışıklık kazanamadan hazır olmak. Kalemi eline alırken korkmak hiç aklına gelmez oysa ama yazmak tam da böyle bir şey…

Nevin Akbulut
Yirmi Yedi Ekim İki Bin On Altı 12:10

19 Ekim 2016 Çarşamba

Pasaj I


İzmaritim küçülmüş, güzel şeylerin çabucak bitmesi gibi, bitti canım, kalmadı. İçimde ona dair hiçbir şey kalmadı, yer bile kalmadı çünkü o kadar çok kustum ki, susuyorum zannettiler, o kadar çok yutkundum ki, boğazımda hatırı sayılır bir düğüm oldu. Pek ahlaklı insanların derin acılardan haberi yok, olmaz çünkü onlar başka şeylerle ilgilidirler. Pek muhterem, alâkalı, alâkasız ve hatta ahlaksız herkes uzlaşsa da bir rahata ersek.

Nevin Akbulut
2016

30 Eylül 2016 Cuma

Bir Çığlık Karabasanı



Ben doğmadan önceki nesil trenleri kaçırdı, yetişemediler sahip olması gereken şeylere. Benim neslim tam zamanında istasyonda, kaçan trenleri bekliyor, benden sonraki nesil de hiç tren göremeyecek, beklemenin ne olduğunu bilemeyecek.

Kısıtlı bayramlar aralığı, kapı deliğinden uzanan çocukluğumuz. Şeker tadındaki o sabah, bir daha hiç görülemeyecek rüyalar, bir canavarın gelip, el yordamıyla her şeyi tepetaklak etmesi, kimsenin böylesine büyük güçleri olmamalı ama kimsenin… Açlığın genişlediği yerlerde aşk küçülür, ufalanır, utanır. İnsan bazen kendi sesini tanıyamaz, o tanıyamadığı sesi duyunca ürperir, kendinle hesaplaşırken, kavga ettiğin aklınla, bitmeyen kâbusların, sonu gelmeyen uzatmaların, azabın en dibine vururken, o sesindeki kırıklığa bile acıyamazsın. Geçti zannettikçe yeniden başlamak zorunda olmanın eziyeti, çocukluğunu ararken, kaybolduğun sokaklar, alnın hep düşünceli, dudaklarında tatlı bir suskunluk, eski bir kederle sigaranı çekersin. Oysa hiç hareket etmeyecek gibiydi elin, dudakların o kederden bir gram ileriye gidemeyecekmiş gibiydi az önce. Beton gibi çivilendiğimiz zamanlar olurdu, doğruydu ama bazen öyle kayıbız ki, kendimizi hatırlatmakta zorlanıyoruz, bence biz en çok kendimizi unutuyoruz. Ezilmelerimin çıkmaz hesabındaki sessizliğimi, annemin yorgun dizlerinde dindirmek isterdim çünkü oradayken hiçbir şey ama hiç kimse dokunamaz, ilişemez, bir şey yapamaz gibi gelirdi. Çaresizliğimi eklediğim yüzümle birlikte aynada her zaman başka bir yabancı görmekten ve tam birini aklına yazmışken diğer tüm aynaların silindiği gibi çıldırtıcı bir şey unutkanlık. Hatırlayamayınca kızdıklarına, unutunca sevinmelerin eklenir. Unutmanın vefasızlığını kalbinin sağırlığına yorarsın, sağır ama mutlusundur artık. Hiçbir şey hissedemeyen bir insanın hissetmeyi bilememesi gibidir içindeki boşluk, çok önemli değildir çünkü tanımlayamazsın, araştırmazsın da… Bir yerini hissetmek için, oranın biraz acıması gerekir oysa sen artık acı çekmiyorsundur, acı çekemediğine kim sevinmez ki?

Bileklerimi hissetmek için, parmaklarından vazgeçmiştim. Hep bir şey eksikti deniz kıyısına gittiğim zamanlarda, her dalga başka dilde incitiyordu ayaklarımı, değişik melodiler eşliğinde, hangi melodiye kulak vereceğimi bilemiyordum, üstelik kalbim de sağırdı bir önceki paragrafta. Bacaklarım hep aynı tizlerle titriyordu, bir düşe sığdıramadım kendimi, şikâyetçiyim rüyalarımdan, eğer bir düşle gönderebilseydim kendimi çok rahat edecektim, dert, tasa kalmayacaktı ne güzel, ama şimdi olmayan bir hikâyenin yükünü taşımaya çalışıyorum olmayan omuzlarımda… Üstelik hikâyemi yüklenebilecek bir kahraman da yoktu ortalıkta, zaten kahramanlara da inanmam ben, belki de o yüzden hikâyemi üstlenebilecek bir kahraman bulamadım. Eminim bir düşe gönderseydim kendimi, düşüm de kâbusa çevrilirdi, böyle değişirdi her şey ya da düşün içinde kaybolurdum, hiç görünmezdim kendime. Başkası olsaydım çok ağlardım ama insan kendine ağlayamıyor fazla.

Tuz bastığın yaraların bir gün olsun muhakkak geçeceği, sızlayan kemiklerinin de hiç iyileşmeyeceğinin ağıtını yakıyorsun her akşam yemek pişirdiğin tencerede. Biraz mutfak, biraz kırmızı mercimek ve biraz da yokluk kokuyor sofraların, kasvet, karanlık ve keder eşlik ediyor yemeğine, yanık yiyorsun, yanık yiyebilince ısınırsın zannediyorsun oysa aşırı yanmak çoğu zaman da ölü olmaktan geçmez mi?

Hissetmiyorsun, kırılan yerlerinin artık kaynamayacağı, hiçbir kötü şeyin bundan böyle daha iyiye gitmeyeceği, yerin iki metre altından belli. Uzun zamandır o adaleti istiyorsun, bekliyorsun, güneşli bir yaz sabahı huzuru beklediğin gibi bekliyorsun. Gittiğin deniz kıyıları bile biliyor bunu, dolaştığın sokaklar, çıkmaz yollar, hepsi biliyor. Boğaz ağrılarınla iyi geçinemiyorsun, ellerinle uzlaşamıyorsun, özellikle kışları hep kavgalısın. Başka birinin ellerini bileklerine taktıklarını iddia ediyorsun, “bu eller benim olamaz, yoksa en ufak bir sıcaklık olurdu” diyorsun. Haklısın, kalp bile değişen bir şey oldu. Tökezledikçe kaybolma arzusu yokluyor içini, yerin altı yok gibi, yerin dibine girmek istediğin zamanlarda yer bile kabul etmiyor seni. Omuriliğinin tüm kemiklerinin ayrı notalarda ağrıması, başka şarkılarda başka ayaklarla başka danslar etmen gerekmiyordu, aynı yerin acıması o yerin artık hamlamayacağı anlamına da gelmiyor, bazen aynı yara bile başka acır.

Beyninin içindeki tümörün sesini duyuyordun hani, ona bir karakter yüklemiştin, hatta arkadaş bile olmuştun onunla, arada güzel sohbetiniz de olurdu, o sohbetini daha çok omurilik kemiklerini acıtarak çıkarırdı tadını. Kafanın için bunca karışık ve kaygılıyken söylesene nasıl da bağırmadan durabildin? Birilerinin duymaması bu kadar mı önemliydi? Her acını bir tek kendine mi sakladın? Acını bile mi paylaşamadın? Birileri duyarsa yenilir miyim zannettin? Kim uydurmuştu bunu?

Yaşayabilme telaşının içinde her gün ölüyordun, sessizce. Üstelik kendini susturmak yetmiyordu, kafanı da susturmalıydın. O susarsa tüm sesler susacaktı. Acıları dinledikçe diriliyordun, ondan mı istemiştin bu kadar sağır olmayı? Gürültüler kadar mıydı varlığımız şu taş dünyanın hüznünde? Bağırsana!

O uyuşukluk hâlâ içimde, bence unuttular onu orada.

Narkoz alırken ondan geriye saydırırken anestezi uzmanı, o duygu, o uyuşukluk, o gözkapaklarımın üzerine yorgan kapatılmış gibi ağırlaşması ve o duymamak hiçbir şeyi ama duymadığım hâlde çok iyi bilmek, işte bunları hiç unutamayacağım. Eğer ellerimin gücü olsaydı damar yolumu çıkarıp, kan verilen damarı özgürlüğüne kavuştururdum en azından o akan kanın bir kısmını. Damar yolu yerine bir kalem takmak isterdim, içimin sesini belki de yazılı bir şekilde dökebilirdim beyaz çarşafların, mavi önlüğün ya da bir kâğıdın üzerine. O zaman belki anlatabilmiş olurdum. Ölümün bir baygınlığın içerisinde kapatılmış kutuyla birlikte gelmesi kadar güzel bir şey düşünemiyorum. O kutu kanın akmaya başladıktan sonra içine yayılan ılık bir şeye dönüşür. Aslında kan kaybetmeye başladıkça için ılıklaşır. Belki o anda ölüm bile aklına gelmez insanın ama vedalaşması gereken birilerinin varlığı canını sıkmaya başlar, içinden bir şeyler boşaldıkça bu boşluğun senin sevdiklerin olduğunu zannedersin, gitmeye başlarken bu dünyadan, ayakların kesilirken yerden -ki zaten yerde değildi, yatıyordun… Birden bir daha burada olamayacağını düşünür, kederlenirsin ama bir yandan da gidebilmenin nasıl bir şey olduğunun merakıyla kendinden geçersin. Gitmenin bu kadar kolay olduğunu bilseydim, hiç bunca sıkıntıya girmez, daha önce denerdim diye geçirirsin aklından. Aklın hâlâ yerinde mi? Öyle zannedersin, oysa inançların vardı, kendini öldürmeye neden olacak bir şey yapmak çok ama çok günahtı, bu dünyada da diğer tarafta da bunun yeri yoktu, sonra sevdiklerin ne yapardı? Onlar elbette alışırlardı. Hem hani hep mücadele etmek lazımdı? Herkese bunu öğütlemiyor muydun? Yoksa hep yalan mı söylüyordun? Mücadele, sürekli mücadele ama gücün nereye kadar yetecekti? Tek başına? Öyle ya, herkes kendini oyalayacak ve kendini bağlayacak bir şey bulmuştu elbet bu dünyada, yoksa nasıl bunca rahat bir şekilde durabilirlerdi? Söylesenize! Şuan uyuşan ben miyim yoksa onlar mı? Bilincim bunca açıkken ve bu kadar gerçekçiyken ve görebiliyorken elbette şu yaptığımın bir açıklaması olabilir bunlar… Bildiğin her şeyin tepetaklak olduğunu öğrendikten sonra artık hiçbir şeyden emin değilsindir ve bu her şeyi kolaylaştırmaya yetecek kadar önemlidir.

Önemli satırların altlarını çizmeye kıyamadım ama onlar benim burun direklerimi sızlattı, ciğerimi dumanla doldurdu ve kalbime yapıştılar. Belki de ben bir düşte unutuldum, içim bomboş bir şekilde, hiç yaşayamadığımdan güzel rüyalar göremiyorum. Belki de komple yanlış bir imge olarak şu satırlarda bulunuyorum. Bazen sayfalarca anlatmak bile hiçbir şey anlatamamaktır.

En iyi nasihat, kimsenin nasihatini dinlememektir. Acı; üzerinden asır geçtiğinde ancak güzel bir melodiye dönüşebilir. O asırların geçmesini beklerken çoğumuz yorgun sabahlara uyanamadan yok oluyoruz. Acı hiçbir zaman güzel bir şeye dönüşmeyecek, öyle bir mucize yok.


Otuz Eylül İki Bin On Altı 16:00
Nevin Akbulut

27 Eylül 2016 Salı

Gündüz Sayıklamaları



Uykudan yoksun gözlerine sızdım, biraz alkollüydü. Uyuşurum diye düşünmüştüm. Gerçek değil zannettim, yüzmeye başladım, sandalım bile yoktu, beni koruyacak. Tam da bu sırada boğuldum. Gerçekliğinden emin olamayacağın bir şeye çok daha kolay kanıyorsun. Yüreğimde boş salıncaklar sallandı, çoğunun demirleri paslıydı. Dişlerim gıcırdıyordu. Gözlerimle konuşuyordum, sürekli ıslaktı baktığım yer. Pasta tadında susuyordum, anlaşılmak için biraz pastacı olmak gerekiyordu. Oysa hamurdan yüreklerle konuşmaya çabalıyordum. Konuştukça alabildiğine şekil, sustukça alabildiğine kabarmış. Söz verdim içime, kapattığım hiçbir parantezi açmayacaktım. Kırmızı sustuğumla kalacaktım. Açınca çünkü kırmızı kelimeleri, kurdele değil de acı dökülüyordu uçlarından. Sözcükler anlamlıydı fakat hiçbir işe yaramıyordu. Sonuçta hepimizin boğulduğu bir yer vardı ve zamanın bu işe pek gönüllü olduğu gerçeği… Hepimizin sustuğu yaraları vardı ve çoğumuzun anlamadığı…

Bir kuş tüyünün düştüğü yerden kanıyor olması, bazen başımıza kan yağıyor da gökyüzünden, yine de başka renk görebiliyor gözlerimiz, kuş tüylerinin ahını çok aldık.

Gün geliyor, kalbinde inandığın gerçeklerin bile ihanetine uğruyorsun, önce çevren, sonra sevdiklerin ve en sonunda da kalbin bir yalana dönüşüyor, buz gibi yalana. Karanlıkta sorduğun soruların cevabını aydınlıkta doğru alamazsın, bunu ispatlayabilirim, güneşe sorarız, uyumaya gitmeden önce, gözlerini sil, başka bir renk çıkacak içinden, başka bir renk çıkana kadar da inanma aynaya, egonu biraz daha uzaklara terk et, kalabalığa karış, seni kabullenmeseler de… Yaşama sebebimi unuttuğumdan beri, neyi neden yaptığımı hesaplamaya çalışıyorum, hatırlamaya çalışıyorum ya da unutmaya, unutamadıkça hatırlamak zorunda olmak canımı sıkıyor, bir harfi neden sakladığımı bulamıyorum mesela, bir sinema biletini neden çekmecenin altlarına gizlendiğimi, unutmuyorum ama amacını yok sayıyorum. Kalbime sapladığın ağrıların hesabını da sormayı unuttum mesela, yalnızca o ağrıyı hatırlıyorum, onun neden oraya yerleştiğini bilemiyorum. Haklıydım ama bunu anlatamayacak kadar yorgundum. Sonrasında bu ağır adımlarla yürüdüğüm haksızlığım olacaktı. Biraz daha içime kapanacaktım, yalancı kalabalığın tecrübeleri bulaşacaktı adımlarıma. Durmayan suların peşinden giderken ayaklarım yorulacaktı, tam da bu yüzden kalbimdeki ağrıyla birlikte ilk bulduğum boşluğa kendimi sallamak istemeyecektim, bir kuş tüyü gibi düşecektim, amaçsız, yerli, yersiz, zamansız, düşerken başka bir şeye dönüştüğümü zannedecektim, oysa düşünce saçma bir yığından fazlası gelmiyor insanın elinden. Uçarken bile hafifleyemiyorum, öyle ağır ki kelimeler, üstelik de kanıtlanamamış, anlatılamamış, yabancı, soluk soluğa.

İnsanlığın olmadığı şehirlerde, ne kadar kalabalık olursa olsun, ölmek bile basitleşiyor çünkü herkes ölüyor, çoğu zamansız ve sevgisiz. Ağrılarıma acımıyorum, ağırlıyorum onları kalbimin ağırlığınca, umutların böyle yokmuş gibi olması en fazla ağlatıyor beni, oysa alışkınım ben dökülen her şeye. Nereden uyduruyordum bunları, kalbimden mi yoksa başka bir hayalden mi?

Uyuyup da, rüya görmek için uyuyamıyorum, huzurlu uykular asırlar öncesine yol aldı, gidiyor. Derin bir uyku ancak çok fazla yorgunlukla mümkün oluyor. Sonra beni neyin uyandırdığını bilmeden uyanıyorum. Gördüğüm kâbustan çok, dışarıdaki hayatın zorluğu korkutuyor beni. Uyandığım halde kâbus görmem o yüzden. Belki birinin rüyasını yaşıyorum belki başka birinin kâbusundan uyanmaya çalışıyorum ya da birinin duası çıktığım bu yol, arşa varana dek, arsızca. Üzerime yağmur batıyor, eteklerimde gülkurusu desenler, sanki biraz önce öldürülen gülün yüzünü asması gibi, bağırdığım kâbuslar duyulmuyor, henüz yazılmamış kâbuslarım da var, iyi ki görmediğin rüyadayım şimdi, kötülüğüne iyi bakanlar cenneti burası, herkes kendi bedeninin acısı içinde, kötülükten titriyor, yıldızlara sevdalanmam, yılsızlığım mıydı?

Hayatlar parsellendi, hayaller dağıtıldı, sıra rüyalara geldi. Ruhunun bile kendine ait olduğuna inanamıyorsun, en yakınların da başkalarına ait ve herkes bambaşka yalanlara inanıyor. Görünmüyor gözlerindeki hüzün, ağlamaların hissedilmiyor, ağız, burun çizilmemiş bir yüzün var ortada, ifadesiz, kendini ifade etmen için gereken tüm ihtiyaçlarını aldılar elinden, sessizsin, oysa her dakika bağırıyorsun. Olmayan hayallerini anlatıyorsun, olmadıkları için daha çok. Bir hatırayı saklar gibi seviyorsun onları. Hatıralar sevilirken, acıtırlar, hayaller batıyor şah damarına, kanadığını göstermemek için kırmızı giyiniyorsun, herkes seni iyi olduğuna inandırmaya çalışıyor, senin ne olduğunu bilmekten yoksun, elinde ne yapacağını bilemediğin kelimelerin var, sana ait olduğuna inanıyorsun, ama hikâyeni tanımıyorsun, bir hikâyenin içine karıştıramıyorsun o kelimeleri, kendi gözlerini göremiyorsun. Aynada yüzün asık, az önce idam edilmiş gibi.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

Yaptıklarının hesabını yazacak kâğıt arıyorum, tartamıyorum, akıl işi değil bu, kıvranılası, şaşırılası bir şey. Ancak yağmurun gebe olduğu bir rüzgâra bırakabilirim bunu, tüm her yere dağılırsa belki tartılabilir bu, hafifleyebilir. Rüzgârlı akşamlarda bunu içime atmaktan, içime atmaya çalışmaktan daha çok üşümekten, daha çok yalnızlıktan usandım. Mercanı bol sular hayal ediyorum, hâlâ hayallerin çalıştığı beynime şaşıyorum. Oysa kötülükler yemişti beynimi ya da yanmıştı, kızıl bir yangında. Hep aynı melodinin ince sızısındayım, hep aynı inanç ya da inanılmazlık; kuşlar hâlâ uçuyor ama yalnızca gitmek için.

Bizim eksikliğimiz belki de fazlalığımızdı, fazlaca hisliydik. Kimsenin sendromunda değilim. Neden her sabah uyandığımda son dayağını yemeyi yeni tamamlamış ıslak bir sokak köpeği gibi hissediyorum kendimi? Her gece hangi rüyalarım dövüyor düşlerimi? Yeterince korkum varken, düşlerden alacağım kalmış olamaz mı? Kaçıncı kattaki gökyüzünün lanetini yaşıyorum sessiz ve umursamazca? Çok hatırlayınca insan bir şeyi artık o şey bambaşka bir şeye dönüşüyor, hatırlamak ön planda oluyor, çok hatırlamak, o şeyi unutmaya delalettir ve artık eskisi kadar etkisi sürmemektir. İçimdeki tereddüde roman yazarken, hâlâ kesinliğinden emin olamadığım şeylere çıldırıyorum. Aynı renk elbiseleri giyebilince, kendimizi eşit hisseden çocuklardık.

Daha ne kadar aldanıp, yanılacağız, ne kadar daha kırılma gücümüz var, bu limit nereye kadar, neden kesmiyorlar artık kırılma kredilerini? Ne kadar zaman daha acı eşiğimizi ölçmeye çalışacağız? Ve en önemlisi de, ben, ne kadar zaman neremin daha çok acıdığını bulmaya çalışacağım? Sevmeye hangi yaramdan başlayacağım ve en ilk hangi yaramı sarmaya çalışacağım, ellerim titrerken böyle, neyi, ne zaman, nasıl unutacağım?

Sözler, sözcükler, yazılamadıklarının intikamını alır gibi boynuma dolandı, boğdu ama öldürmedi. Her yağmur yağdığında şairden birkaç şiir düştü yere.

Dünya yalan oldu
Sen de doğruladın!



Yirmi Altı Eylül İki Bin On Altı 16 20
Nevin Akbulut

20 Eylül 2016 Salı

Kedilerin de Saçları Var



Kedilerin de saçları var bakmayın kuyruklu olduklarına...

Bir zamanlar İstem dışı kaybettiğin saçlarının yerine çok uzun bir süre sonra yenileri gelmiştir. Bunun nedeni tedavi süreci, kanser bilmem ne... Aman canım canından kıymetli mi, kökü sende gibi zırvalıklara çok kızdığım ama hiç sesimi çıkarmaya gücümün olmadığı zamanlardı. İşte o yeni gelen saçlarla belli bir zaman içinde insan ne yapacağını bilemiyor. Çünkü saçların yokken kaybettiğin şeyler, saçların olduğunda geri gelmiyor. Kayıp her zaman kayıptır, hangi süreçte olursa olsun. Teselli vermeye çalışanların iğnelemeleri battı sürekli. Kendi saçlarımdan başka hiç bir şey teselli veremezdi bana. İşte o yüzden "İstem dışı kırmızı"dan sonra "hüzünlüydü çok güldüm" çünkü deliliğin delili yok ve hiç bir katta kimlik sorgulaması... En iyisi bize uzun boylu bir hamburger, kediyle birlikte kemireceğiz. Biliyorum yine yazdıklarım darmadağın, hiç bir şey anlaşılmayacak iyi ama zaten ben de bir şey anlatmaya çalışmıyorum.

Kimsesiz tek kişilik koltuğun yalnızlığına dayanarak oturuyorum.

Her fiilin öznesi kendine, ihtimallerim ölümden geçiyor, balkondan aşağıya saçlarımı sarkıtıyorum, Rapunzel değilim, yine de saçlarımın sokakları görmeye hakkı var. Uçmak; hâli vakti yerinde olanlarda moda, fakirlerde ise, zorunluluk aracı… Bazı geceler kalbim, on bire çeyrek kala nasıl durmuyor, şaşırıyorum.


Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.


Nevin Akbulut
On Sekiz Eylül İki Bin On Altı 20:00

25 Ağustos 2016 Perşembe

Kül


Her akşam içevime sunulan bir tas külle yanıyorum. Yeniden doğmak diye bir deyim varsa, kesinlikle yeniden ölmek diye de bir deyim olmalı. Derdim hiç yeniden doğmak olmadı, külleri sevdim çünkü onlar çok şey biliyorlardı ve hangi eşyadan, hangi ruhtan ya da hangi bedenden kül oldukları belli değildi, belirsiz şeyleri sevdim ben çünkü belli şeylerin aslında hiçte öyle olmadığını öğrendim.

Her gün biraz daha fazla yorarak bedenimi, ruhumu dinlendirmeyi umuyorum. Ama olmuyor, diğer olması gereken her şey gibi. Sessizce, en hüzünlü melodinin içine bırakıyorum kendimi, hiçbir şey olmamış gibi, zaten hiçbir şey de olmuyor, olması gerektiği gibi… İçimde nedensiz yağmurlar birikiyor, bir solukta hepsini içmek istiyorum, ruhum uzun zamandır aç, neyle doyuracağımı da bilmiyorum, hikâyem bir kitabın saçma sapan bir yerinden ve hunharca yırtılıp, atılmış gibi hissediyor kendini, o da en az benim kadar yadırgıyor buradaki varlığını. Yağmur ve rüzgâr hakkında hiçbir fikrim olmadığı hâlde nasıl da içimde hissediyorum onları, sanki onlarla yaşıyorum ama onların benimle yaşamadığı besbelli. Tıpkı yırtılıp, atılan hikâyem gibi, küller kelimeler olmadan da yoluna devam edebiliyor. Öyle yapışık ki onlar birbirine, insanın yalnızlığını, yüzüne ve içine direk çarpıyor.

Kitaplarımın olmadığı odalarda uyuyamam ben. Ahşap ve küf kokmayan odalarda uyku uğramaz bana. Kucağımda ya bir kedi ya bir kitap olmadan uykunun kollarına veremem kendimi. Rutubetin bile anlaşılır yanı var deniz kokan şehirlerde. Kaldığım yeri bilmediğim satırlara dalamam ben, hangi şarkıyı dinlersem dinleyeyim, bağıramam. Tek yapabildiğim denize kusup sonra da susmaktı. İçimden yolu belli olmayan sular geçiyordu. Siren sesleriyle içimin sesi birbirine girmişti, ayıramıyordum. Toplumsal bir yorgunluk, bir kafama takmışlık vardı, niye böyle diye çırpınıp duruyordum. İnsan ağırlığını bilemediği şeyin, hafifliği altında eziliyordu.

Ömrüm mevsimden mevsime geçiş yaparken, kendimin aslında hiç bir yere gitmediği, bazı zamanlar aklımın durmadan durduğu, kalbimin durarak çalıştığını sanıyorum. Duymak istemediğim şeyleri anlamam, anlamamış gibi yaparım. Boğazımda biriken düğümlere yutkunmalarım yetişemiyor artık. Büyük haksızlıkların, küçük tanıklarıyız. Bazı aydınlıklar çok akşam olmuş gibi. Bazı karanlıklar kuyuları anımsatıyor.

Belki de her şeyin en güzeli, sessiz bir uykunun bastırması ve sonu hayal kırıklığı olmayan rüyalara dalmak. Bazı acıları gördükçe, yazasım geliyor ve bazı şeyleri gördükçe, yazmanın bile ne kadar anlamsız kaldığını hissediyorum.

Hayatımın film şeritleri, gördüğüm filmlerden bile daha çok gösterime girdi gözlerimin önünde. Film izlemeyi de sevmiyordum, her gördüğümde bu filmleri su içme ihtiyacı hissediyordum. Hayatımı film şeridine çevirmek için, geçerli bir senaryom yoktu, yine de zorluyordu bazı zamanlar. Işık hissi sızana kadar gözkapaklarıma bin bir soru geçiyor aklımdan ya da olay, bunlar nereye sığıyor içimde hiç bilmiyorum. O aydınlık hissi gelene kadar geçmiş, gelecek birbirine giriyor, sabah çorbaları, akşam tostlarını özlüyorum. Büyükken güldüklerimi, bebekken ağladıklarımla değiştirmek istiyorum. Doğduğumla, can çekiştiğim kareler de birbirine karışıyor. Doktorun sesiyle, annemin sesi birbiriyle aynı anda çıkıyor, ikisi de azarlar gibi, korku ve heyecanla karışık. Sabahın köründe, az daha sabah olsun diye dua ederken buluyorum kendimi. Gündüzün içinde geceleri özlüyorum, şefkat denilen duyguyu özlüyorum en çok, sanki kendi gösterdiğim şefkatten başka kalmamış o duygudan, sanki yeşil ya da kırmızı reçeteyle satın alınabilen pahalı bir ilaç ama hissetmek ne kadar bedava ve ne kadar eziyet. İllüzyonumu seveyim, hâlâ kalemi bırakmamış elinden ve inatla ayakkabılarına sarılmış, bir ayağı hep gitmeye alışkın, diğeri sanki betonla tutturulmuş. Tüm organlar gitmeyi isterken, vücut hareketsiz. Bir kolundan omzuna uzanan, eski deri siyah montu, sanki tüm bunları içeride giyip, gidemezdi. Beynim afallamalarla meşgul, ellerim uyuşuk bir kedi, daha ne kadar çaresizlik içinde olabilirdim ki… Kafamı hiçbir kafayla değiştirme niyetinde de değilim, arada uyuşsa yeter hani.

En doğru bildiğim sayının doğrultusunda, yaşamadan hayatın tahsile kalkıştığı kalbimin kıyısında yetiştirmeye çalıştığım çiçekler artık kokmuyor. Hani dara düşünce Hızır yetişirdi, bundan darı var mı bilmiyorum ama küllerimi saymaya başladım, saydıkça ağırlaştılar, ağırlaştıkça yangının dibinden kurtulma hayallerim de eridi. Gece olsun diye bekler oldum, ölmek için, bir rüzgâr bekledim, külleri savurmak için, gecikti, birçok köy sular altında kalırken… Tek ortalı, küçük resim defterine, “güneşli günler göreceğiz” resmi çizen çocuklardık, bulutlardan çok güneşe yer verirdik, hayatın da bize güneşli günler göstermesini umarak. Oraya çizdiğimiz resim değil aslında dileklerimizdi, henüz nasıl istenileceğini bilmiyorduk.

Yorgunluğumdan da mutluluk çıkarabildiğim zamanlarım olmuştu. Aynı yerlere, aynı mekânlara gitmek, hatıra biriktirmekten başka bir şey değildir. Hatıra biriktirenler de ancak gelecekte yaşanacak güzel günler tıkandığı ya da bittiği için, geçmişe yönelirler. Maziyi yakıp, yok ettiğime göre ve geleceğimin de artık geçmiş kadar puslu olduğunu görebildiğime göre, bugün bambaşka bir yere, başka bir dünyaya gitmek istiyorum. En azından umut kırıntılarımın içinde bu ümit kırılsa da duruyor... Gittiğim dünyaya, cumartesi sabahlarını da götüreceğim.

Her sabah sevdiğim bir şeyi kaybederek uyanıyorum. Bunun için her gün sevdiğim bir şeyden vazgeçmeye karar verdim, onlar benden geçmeden, ben onları bırakacağım, hatta nefret edeceğim. Nefret şu kıpırtısız bedenimde yaşam göstergesi, bir tepki. Sevgi uzaklarda oldukça nefrete sarılır insan, ben şimdiye kadar pek beceremedim, belki nefret etmem gereken şeyleri bile sevdim, uzaktan uzağa, kendimin bile farkında olmayacağı kadar titiz bir sessizlikle.

Zoruma gitti birçok şey, azar azar ama belirgin bir şekilde, zoruma gittikçe gücüm azaldı, kendimi daha az anlatma ihtiyacı doğdu, zamanla bu ihtiyaç da yerini umarsızlığa bıraktı, biliyorum bir süre sonra hiçbir şey zoruma gitmeyecek çünkü gücüm olmayacak ya da zoruma giden şeyleri artık hissetmeyeceğim. O zoruma giden şeyleri yapabilen insanlar olmayacak yakınımda veya bunun gibi bir şey.

Unutulmalarım beni sinsi zamanların alengirli sözcüklerine bıraktı, zaman aşımına uğradı sevgililik. Dilin güzel laf yapabildiğini zannettiğin kadar anlatabildiğini zannediyorsun, hâlbuki gördüm, hiç konuşmadan anlaşabilmeyi de.

İnanmak; ne büyük buhran, koca bir boşluk, inancın rengi mor, aldandığını öğrendiğin anda gözlerinin çemberinde bıraktığı izler, mor. Dünya kadar boşluğa, küçücük varlığımızı sıkıştıramadık, sığamadık. Sığıntı değil ama büyük sıkıntıydık. Bir noktalama işaretine, bir harfe bile şiirler döktürebilirdim, sustu içimin şiiri, inanmak inandırmasıyla ilgi değildi, sana yansıttığı şeydi ve ondan gelen her şey nasıl da bambaşkaydı, tek kelimesi şiir, tek cümlesi roman olurdu. İnanmak; büyük saçmalıktı, hele o saçma kelimelere, anlamlı cümleler kurmak, haksızlıktı. Sonrasındaki boşluğa bakılırsa, kelimeler bu kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyordu, boşluktan başka diyecek bir şeyim yok. Sana doğrulttuğum silah, kendimi vurduğumdu.


Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

Türkçe Sözlü Ağır Dram


Öleceğim Çünkü…

Ben hâlâ kitaplardaki küçük, gözlüklü ve meraklı kız çocuğuyum. Ama kalbimi ağzımdan kustum. Artık kitaplarda kendimi aramaktan vazgeçtim, olmamam gereken bir yerde bulduğumdan beri, kendimden şüpheliyim. Beni bulmak için bile en az bir kalbe, sağlam bir kalbe ihtiyacım vardı.

Yalnızca bu dünyaya geldiğimi not etmek için gelmişim. Yoklama sırasında buradayım ama iç kanamadan ve fazla hislilikten yok olacağım. Organlarımın birbirleriyle olan kavgaları da beni kendimle barıştırmadı, sessizce ve fark edilmeden öleceğim. Bedenimdeki güçsüzlüğü beynime değil de kalbime yormak daha çok işime geldi. Son âna kadar yaşıyormuş gibi yapacağım. Sevdiğim kitaplar, âşık olduğum romanlar da beni kendime getiremedi, delicesine bağlandığım şiirler de beni hayata bağlayamadı.

Ayağım kayıp, sürekli yuvarlandığım o bitmez çukurdan seslenmelerim de etkilemeyecek kimseyi, kalbimde taşıdığım mezarlık bedenimi de yavaşça öldürecek. Aklımın bir kısmının çalışmaması, öylece durağan kalması, beynimin bir lobunun uyuşması da yetmeyecek benim yaşamama. Hayatta kalmak için en azından her bir azanın ya da organının canlı olması gerekiyor, en azından sağlam bir kalbinin olduğuna inanmalısın. Yoksa yaşamak ağır bir yükten fazlası değil.

Karmakarışık odamı ve özenle dizdiğim, düzenli kitaplarımı bırakıp, kimselere duyurmadan öleceğim. En fazla birkaç sevdiğim şarkı hüzünlenir ardımdan, en fazla kitaplarım küflenmeye başlar, yatağımın altı örümcek bağlar, resimlerin üzeri tozlanır en fazla. Bölünen hayatımın ölünen hayattan fazlalığı yoktu, o yüzden öleceğim. Kelimelerimden başka kimseye hesap vermek zorunda olmadığım için öleceğim. Nem tutan gözlerimi de alıp, hiç bozulmadan gideceğim. Ufak tefek imitasyon takılarım komodinin üzerinde kendilerini unutulmuş hissedecekler, pamuk yorganım geceleri biraz kimsesiz kalacak ve üşüyecek, pencereyi en son açık bırakmıştım, tüllerin keyfi yerinde olacak eminim, dışarı çıkabildikleri sürece ve güneşlenebildikleri müddetçe, hepsi bu kadar. Kalbimle arama koymaya çalıştığım mesafeler bir işe yaramadığı için öleceğim. Az daha hayata aldanıp, yaşamaya direnecektim, ne büyük ahmaklık olurdu, ne gülerdim sonra kendime yaşayınca…

Hayatın zehirlerinin içine, dünyanın zehirlerinden de katmaya çalıştım, daha çabuk ölme bilgisi tam zamanında beynimde bir ışık gibi yanıp sönmüştü, Journey melodisi kafamın içini kıymıklarken, beynimi lime gibi dağıttıktan sonra karar vermiştim. Zehirlerin iyi geldiği, iyileştiren şeylerin de aslında iyi gelmediğine inanıyordum artık, olmuştum. Sabahları uyandığımda ağzımın içindeki o kötü tat, içimden mi geliyordu, içtiklerimden mi bilmiyordum. Yine de hayat kadar kötü kokamazdı hiçbir şey. Hayatı hiç de benimseyemediğimden, kendi hayatım gibi bir ibare de kullanamıyordum. Hayat herkesin genel ortak alanı ve herkese zehrini bir şekilde akıtan toplama kampıydı. Hepimiz bu bakımdan biraz ortak ama aynı zamanda herkes birbirinin aynı orantıda düşmanıydı. Masumiyeti kökünden kazındı, sırf bu yüzden bile insan daha erken ölmek istiyor. Tüm sırrım ifşa olmuş gibi ürktüm ve adım çağrılmış gibi birden sıçradım. Gitmem için her şey hazırdı ve kalmam için gereken hiçbir şey yoktu. Ben de yoktum zaten ortalıkta.

Kalabalık bavulların yalnızlıkla alakası olmadığına dair, içimden kör adamın elleri yükseliyor. İçimden dokunmalar geçiyor, ürperiyorum. Bavulları doldurunca, gidilebilir sanırdım. Yola çıkılınca kederini yanında götürmezsin zannederdim. İçimde içli oymalar, içimde oymaların içinde kaba ödemler, dekoltemden şikâyet ediyorlar, birçok göz, birçok söz rahatsız olmamı istiyor. Kokuşmuş duygularıyla, duyduklarını ve anladıklarını sanıyorlar. Benim zannettiklerim daha çokmuş sanırdım. Konuşuyormuş gibi yapıyorum daha çok susarken. Utanmanın vitamini kalmamış, gülüyormuş gibi yapıyorum. Bir çift göğsün içine sakladığım şiirlerle bir gün kuşkanadına erişeceğimi düşünüyor ve uçmayı hayal ediyorum. Problemlerimden bir dünya yarattım, düşünmek çok zahmet gerektiren bir şey. Düşünmüyormuş gibi yapıyorum, ölemiyormuş gibi yaptığım gibi. Kafam karışık, birisi sanki tatile giderken apar topar hazırladığı çantasının içine ne bulursa tıkmış gibi kafamdaki düşünceler. Düşünceler birbirleriyle geçinmeyi hiçbir zaman öğrenemeyecekler. Yine de hepsine aynı oranda adil davranıp, hepsine hak vermeye çalışıyorum. Beynimin içini eziyorlar. Güzel kafalar tümörsüz olmuyor.

Bir çift dolu göz, yarım yamalak bir ağız ve kırmızı dudaklar. Hayatımın özetini gözlerinden çıkarıyordum, yaşadığım bu kadardı. Gözümle kirpiğimin birleştiği yerdeki karanlıktaydı adın, ağladıkça silindi, güldükçe buruştu.

Yıkılmamızda hep başkalarının payı var, bizi yıkanlar, bize çarparken düştüler, biz de başkalarına çarparak ancak durabiliyoruz, domino taşları misali. Nedenlerime cevap bulamadığım için duramıyorum. Sustuklarım aslında hiç kimseyi yakından ilgilendirmediği için susmaya devam ediyorum.

İnsan kendi ıstırabına uzaktan bakabilse, o titizlik içinde ağlamayı ve silerken gözlerini gizliden sevinç ve zevk almanın tadına varırdı. Erkenden kaybedenlerin, eve geç kaldığı akşamların kıyısında sabahlıyorum. Erken mi geldim, geç mi kaldım bilmiyorum. Bazı seslerin içeriden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini idrak edemiyorum, bildiğim tek şey, beynime yakın bir yerden gelen upuzun bir uğultu. Eğer içimde bir iç varsa, cep gibi, ben kesin dünyanın dışındayım.

Hayatıma yalnızca kaza süsü vermek için gelmiştin, geçerken uğradığın ıssız bir sokaktım, üstelik kasım ayındaydık ve eylülden kalma yapraklarım dökülüyordu, son bahar mevsimiydim. Ölüp, bitmem gereken yerde sancı çekiyordum yalnızca. Sen yazı seviyordun, ben üşüyordum. Yağmurlu bir gecede, cam kenarından sızan yağmur sesime yapıştı, sesim nemli, rutubetli odalar gibi, çatallı ve sevimsiz. Uyku mahmuru gözlerim, bitkin dudağım, bitmişlik yapıştı yakama, bitkinim hem de yüzyıldır, sussam daha çok şey söylemiş olurdum...

Öleceğim çünkü yaşadığımı not etmeyi beceremedim. Hayat yoktu, renkli bir sürü yapay güller vardı, yaşamak yoktu ama tavus kuşlarının kanatları vardı, gökkuşağı yoktu ama yağmur vardı, gözlerin yoktu ama buğusu vardı, buğun bulaşmıştı içimde bir yere, her hatırladığımda gözlerim dolmadan yaşayamıyordum. Yaşamaya daha çok zaman vardı ve ben bu zamanı yaşıyormuş gibi yaparak geçirmek istemiyordum, beni anlamalarına da çok vardı. O yüzden bu zamanı anlatarak değil de susarak geçirmek istiyordum.

Doğmadığım yerden doğan güneşle anıyorum tüm zamanı, arınıyorum rüzgâr estikçe, perdeler aralanıyor, güneş var ama sıcak değil, işte bu yüzden ısınamıyorum. Aynada kendi ıstırabıma cevap bulamadığım için, derimin içinde yer eden şeylere ağlıyorum. Yaklaşamadıklarımı utanç saydılar, rengimden korkuyordum, kırmızı boya aktıkça gözlerim daha da kızarıyordu, bu kadar kırmızıyken gözler, içinden fırlayan yaşlar nasıl bu kadar siyah olurdu? Renklerin de adaletsizliği vardı, sırf bunlara cevap veremediğim için ağlamayı kestim, kendimi tutamayıp, ağladıklarımda da o siyah gözyaşlarını çok güzel sakladım. Yanaklarımda göç eden kuşlar sürüsünün izleri, aşağı doğru süzüldü her şey, bu kadar gidince umutlar, gitmeyi beceremedim. Gidenler gidince ölür sanırdım, bu sanmalar yüzünden bir daha hiçbir şeye inanamadım.


Sekiz Ağustos İki Bin On Altı 16 40
Nevin Akbulut

Yukarı Yuvarlanmalar



Allah bizi yaratmasaydı
Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

Uçuşan perdelerden sızan rüzgârı özledim, şiir yazdıran sahil kenarı fırtınalarını, önce yazdırıp, sonra kâğıtları savurmasını, yazmakla yazmamak arasındaki farkın anlamsızlığını. Savurduğu yerden o şiirden kâğıtlarla yaptığı evleri, şiirleri kutsal bir kitap gibi sahiplenişini, en çok da bunu. Kuşların ziyaretini, kedilerin karşılıksız sevgisini… Ama illâ da konuşmayı. Ruhumu sıkıp, bırakmalarını, kaburgalarımın ağzımdan çıkmasını, boğazıma batan iyi şeylerin de olduğuna o günlerde inanmıştım. Her acının aslında acı olmadığına, her okşamanın da aslında sevmek olmadığını öğrenmiştim. Özlemeni yeniden hatırladığımda artık orada yoktun, uyumuşum, uyutulmuşum, susmuşum, hiç konuşmamışım, birkaç yıl bitkisel hayattaymışım ama hiç bitki yokmuş. Bitkisizlikten ölecekmişim, bitkinmişim, yine de seni özlemeyi becerebilmenin gururu dolaşıyormuş damarlarımda kan yerine, ah’larım iç açıcı değildi, şeytanına inanmak, meleklikten geçiyordu. İçime kaçtı yaptıkların, ruhuma kadar batırdın kötülüğünü ve güzelliğini.

Eski bir paragrafa kıvrılıp, uzanasım var, uzayıp, gidesim var bu hayattan, kestirmeden. Yolu bilmiyorum, bilmediğim hâlde deneme-yanılma yoluyla gitmeye teşebbüs ettiğim yollar var. Eski zamana gidemedikten sonra, gelecek zamana da gitmenin yersizliği içinde çırpınıyorum. Hayaller kâbuslara dönüştü ve hiçbir hayal artık iyi şeyler göstermiyor, sırf bana sarılışlarını bir sandığa, geçmişteki bir sandığa saklamak isterdim. Kenarı yanmış umutlarla, aldanılan mektuplarla bunları başaramadım. Tüm yalanların içinde bir tek o yalanı özel kıldım, yalanlığını tüm gerçeklerden üstün tuttum. Tam hayattan koptu kopacak yerinde, can damarımın üzerinde öpücüklerin var, kıyamadım. Kendimi en azından bu şekilde öldürmemeliydim. Belki hatıraların biraz daha eskimeye ihtiyacı vardı, belki bizim de unutulmaya ihtiyacımız vardı, unut beni. Unut ki yeniden kaybedeyim kendimi, üstelik önceki kaybettiğimi bulamadan. Bu kadarcık zaman zarfı bile olmasın aramızda. Senden daha güzel bir yalan tanımıyorum, senden daha güzel inandıracak birini de… O zaman nasıl inandırdıysan yeniden inandır, bu dünyanın ötesi olduğuna ki ötelere gideyim. Yanılsam da inanayım, inanmasam da gideyim. Bundan iyisi kuşlar uçuyor, hayat yanıyor, umutlar tükeniyor. Bundan kötüsü olmaz dedikçe, kötülüklerin ardı arkası kesilmiyor. Bu sondu dedikçe yeniden başlıyor. Beni bırak, bıraksan da sakla. Saklayabilirsen eğer, bir parça toprakla elimi tut, o toprağın içinde elimin neresi olduğunu anlayamadan tut, inan kızmayacağım başka yerimi tutmuş olsan da. İnsan gibi tutma ama insanlar acıtarak tutuyor.

Uçurumlar özlüyor canım, yeniden. Yuvarlanmanın cehennem azabından kurtulduğumdan beri. Arsız bir telaşla, sana kapılmanın haddini aşıyorum. Gözlerinden kararsızlık geçtiğinde, tüm kararlarımdan vazgeçiyorum. Kendi canımı yakmakla başlıyorum işe. Artık aşağı yuvarlanmalar da yetmeyecek bana, yukarı yuvarlanmalar peşindeyim. Uçurumla uçurtma arasındaki farkı açıklıyorum sana, anla. Uçurtmalar kuyruklarının acısını unuttuğunda ben de kendi acılarımı unutacağım. Kuşların yaşama sevincinde biriktireceğim heveslerimi. Kendi vahşetimi unutup, kutuplara yaktığım şiirleri götüreceğim. Hiç kimse olmanın hazzına varınca, garip ama mutlu bir serzenişle ayrılacağım aranızdan. Özledikçe neden sevdiğimi, sevdikçe neden tutunamadığımı anlayacağım. Masumluğumu hatırlat bana, sonra da sakla.


On Bir Ağustos İki Bin On Altı 10 30
Nevin Akbulut

4 Ağustos 2016 Perşembe

Yarımca



Sadece sarhoşluğumuz birbirine denk gelmişti, gerçek dünyada tanımayacaktık birbirimizi. Belki de sarhoşken bir gece yarısı, yine birbirimize denk gelip, tanırız içimizden. Normal şartlarda karşılaşmamız mümkün değil, biliyorum, bunun için tüm normal olan şeyleri reddediyorum. Ben her gece bunu düşünerek sarhoş oluyorum, bir tek o “belki” için…
Senden bir cevap gelmemesi, herkesin susması gibi, benim bunu beklemem beynimde herhangi bir yerin tatlı tatlı kaşınması, ama onu bulamıyor olmam gibi. Şimdi kiminle tanışırsam tanışayım, yeni bir kitaba başlamanın heyecanını yaşatamaz bana.

Yorgun bir günün ardından hüzünlü bir uyku, yapışkan çarşaflardan başka bir şey yok tenimde, ama öyle soğuk. Devrilmiş duvarlardan arta kalan ıssız yatak, köşede küsmüş lamba, ışıksız uyuyamam sesleri. Uykumda duyduklarımı, gerçek hayatta duysaydım, bu kadar mutlu olamazdım, hızın sustuğu an, zamanın bittiği gece, bacaklarımda derin izler, benimle birlikte devrilen yatak, yine de hep bir huzur, rüyanın rahatlığı. Yazamayınca susturamadığım şiirler ve her şeyin sırasının değişmesi, hatta tersleşmesi. Binlerce çiçek uyuyor, huzursuzluktan muaf, kuşların cıvıltısı ninnileri, ne güzel de susulur, aynı şarkıda. Dizlerimde kırık dizeler, sırf bu yüzden bile kırılabilirdim, yıldızları görmeseydim, yıldızını bilmeseydim, kanattıkları için dizlerimi… Sessiz ağlamayı da bilmem ben artık, bu dehşetin içine düştüm düşeli, sessiz ağlamalar ihanet gibi gelir ıstırabıma. Kendi ellerimle sarılıyorum kendime, belim ve boynum ele geçiriliyor, usulca, içimde hep kaybetme korkusu, sırf bu yüzden sahip olma duygusunu yitirdim. Güneşe dayanamıyorum, gece de ışıksızlığa, günaydın kelimesi en çok hak etmeyenlere ulaşıyor, sırf bu yüzden loş karanlığı seviyorum, yapay bir sevgi benimkisi, vazgeçebilirim aynı zamanda saklanacak bir göğüs bulduğumda. Aynada dudaklarım hep kırmızı, başka zaman değil, uzaklarda bir ısırılmışlığım var, elmadan sonra, artık şiirler hep eksik.

İlaçlar bedenimizi kandırmakla meşgul, dışarıda durmadan yağmur yağıyor, ayaklarım dışarıda, yalnızca yağmurun görebileceği bir yerde, salyangozları da severim ben kaplumbağalar kadar, onların sırtı o kadar güçlü değil ama kalp gibi kırılgan yaratılmış. Uzanamıyorum ben, ne zamandır. Sırt üstü yatabilmenin güvenden geldiğini öğrendiğimden beri, dünyaya güvenmiyorum, hatta yıldızlara, güneşe bile. İnsan hep karşısındakinde kendine benzeyen bir yanını arıyor, bulamayınca ona benzetmeye çalışıyor, en az bir yanını, bunu güvenli bir şey zannediyor, benzemek zorundaymışız gibi. Hâlbuki insan kendi kendine bile kötülük yapabiliyor, kendi kendini sevebildiği gibi. Gökyüzünden kırmızı kar yağsa, üşütmezdi sanırım.

Havadar alanda gece beni havasız bırakacak şeyler yaptım, hava bulutlu, kasveti yüreğimizden ödünç almış, bir haftalık böyle. Beynimin sağ lobu bir daha acımasın diye, eve kapatmadım kendimi, içerken. Ona dair birkaç mutlu son hikâyesi kurdum kafamda, mutlu olmadığını biliyordum, içince insan en güzel yalanları kendine söylüyor, üstelik kendinden başka kimseyi inandırmak zorunda da değilsin. Basit şeyler uğruna, zengin güzelliklerimiz mahvoluyor, açık hava ihtimalleri bodrumla sonlanıyor, bence herkes biraz nefessizlikten şikâyet edebilmeli.

Bazı cümlelerin hitabet şekli yalnız o kişilere aitmiş gibi. Suretin yasak olduğu yerlerde, bizzat sıfatım. Seninle güldüğüm günler, beni ağlatıyorsa…

Tüm rahatsız ruh tipleri için; “aynen, ben de” kelimelerini, önce biriktirip, sonra da tükettiğim, bitmez küfürlerle, işbirlikçiliğim ve elbirliğimle birlikte, gözkapaklarımızı kapatalım. Yoksa bu hayatla hiçbir konu hakkında aynı fikirde olamam.
Açık camdan içeri giren rüzgâr, muhakkak giderken de bir şeyleri götürüyor. Bir neslin değiştiğini oyuncaklarından anlayabiliriz, camdan giren fırtına kapıyı kapatmama engel, renkli çekmecelerin üzerindeki fanus sallanıyor, bir tehdit benim ve balıklarım için, bir şeyler devrildikçe hiç düzelemeyeceğimi düşünüyorum, iyi olamayacağım da bir tehdit önümde, zararının yalnız şahsıma dokunduğu… Yalnızlık sürekli büyürken içimde, kalabalık yalnızca flu bir oyuncak gözümde, istediğim zaman yerlerini değiştirebiliyorum, gece uykulu, gündüz de uykusuz, bazı şeylerin aşırısı gerçekten zararlı, değişimin bile.

Hayat; ya hiç gelmeyecek olan treni beklemek ya son dakikada kaçırdığımız otobüs ya da hiç gelmeyecek olan istasyon.

Uzun zamandır bir belirsizliğin tam üzerinde hissediyorum kendimi, cam yeşili bir ışık gibi beynimde yanıp sönen bir lamba var, gözlerimi çiziyor, yüreğim de yırtıldı uzun zaman önce. Artık hiçbir şeye ihtiyacın olmadığını hissettiğin anda uzaklaşıyorsun asıl insanlardan çünkü daha az yaşıyorsun. Sırf bu yüzden korkuyorlar senden, ihtiyacın olan çok az şey var belki bir nefes, belki bir tabak makarna, belki de bir bardak çay, tüm bunları kendin yapabildiğin için korkuyorlar senden. İnsanlar hep kendilerine ihtiyacı olan insanları severler, bir tür bağımlılıktır bu, korkunç bir şeydir aslında karanlık bir gece gibi insanların cin fikirleri. İstediği gibi gitmeyince bir şeyler, nasıl korkunç olabiliyorlar. Fanusuma saklandım ben, etrafım cam, belki de kendime gelmem için, alnımı ovuşturan, kolonya kokan bir eldi, o bile kayboldu gözyaşlarımın tuzunda, bana dokunmayan şeylerin o ele de dokunamayacağını zannetmiştim, meğer tuzlu suda boğulmak daha zormuş, onların elleri tatlı suya alışkın. Belki de yer küresi kocaman bir fanus ve her şey beni boğmak için hayat bulmuş.

Öyle güzeldi ki;
Allah onu bana günah olarak yaratmıştı!

Bazılarımız yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat. Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz. Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı, övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz, nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz sıfırın altında, değerleniyor.

Dört Ağustos İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Konforlu Yalnızlık


Renkli boncuklar takarak, kendini masumlaştırmaya çalışan beynim, gökkuşaklarını özlüyor, hem de kaç kuşaktan beri… Senin dokunduğun her şey, masumlaşmasa da çoğalsın ve bu kalabalıkta kaybolayım istiyorum. Yokluk içinde büyüyen her şeyin yerine tüm zamanlarda özlemlerim gibi olmak istiyordum, onlara benzemek, onlar gibi anılmak, onlar gibi kızılmak. Bu kadar da ayrı olmamalıydım, illâki bir şeylere, birilerine benzemeliydim. İyilik bir şeylerde donup, kalıyordu, kötülük kirli bir yağ gibi yayılıyordu, bodrum katların küf kokusu gibi herkese kendini bizzat takdim ediyordu. 

Belki yine gelecek huzur, belki de huzursuzluktan öleceğiz. Olsun, uçamıyorum ama eskisi kadar da hissetmiyorum, kırık kanatlarımın uçlarını boyadım, içine birkaç mektup gizledim, kendi el yazımla yazdığım. Göğsümde uyuduğum kitabın en kederli yerlerine ninniler okudum her gece. Olsun, uykusuzluğa da alıştı gözlerim, şişkinliği gizlemeye de alıştım, eskisi kadar da acımıyor anılarım, bir düne göre, koskoca yeni umutsuz günler geliyor, gelecek geçmişten parlak değil, fakat yine de bilinmediği için, parlıyor görünen günlerin uçları, sivri bir makasın ucuna güneş değmiş gibi… Her geceyi boyamayı da biliyorum, tüm renklerin haricinde, sabaha karşı bölüyorum geceyi, o gece başkalarının gecesi değil, yalnız benim ânım o, kimsenin dokunamadığı, parçalayamadığı, yırtamadığı, hatta gözleriyle yaralamak için bile göremediği… Dünyanın bütün kitaplarını okusam da, seni bulamayacağım gerçeği ve yine bütün kitapları okusan da, beni anlayamayacağının umutsuzluğu var üzerime sinen. Kaç gecedir bunu düşünüyorum. 

Aradan yıllar geçtiği zaman bir tek şeyden artık emin olursun; artık gelmeyeceğinden. Ama o iş artık o raddede değilken, birdenbire karşına dikilip, hiçbir şey olmamış gibi muhabbet etmeye başlar, o zaman işte emin olduğun şeylerin yalnızca bir sanrıdan ibaret olduğunu anlarsın. Emin olduğum bir şey vardı, o da artık hiçbir şeyden emin olamayacağım... Bizi kanatıp, bir güzel giden insanların başka yaralara merhem olduğu doğrudur. Çünkü insan öyle nankör bir yaratıktır ki; çoğu zaman kendi yarasından tiksinir, kusmak ister, terk etmek ister. Sahip çıkmaz, benimsemez, sarmaz, sarılmaz, sevmez. Herkes yara yapmak, iz bırakmak ister, fakat çok azları bu yaraları onarmayı göze alabilir. Bu yüzden kendi yaralarımızdan çok, başka yaraları severiz. 

Küçülüp, yok olmak istediğim zamanlar vardı, üzülünce çoğu zaman. Büzüşünce yatağımda daha fazla saklanacak yer bulamam zannederdim. Kelimeler varmış oysa her birinin ucu hikâyeye uzanan, yeniden doğmak isterdim. Yeniden doğabilince saklanmaya ihtiyacım olmayacak zannederdim, yeniden doğmak da yaşadıklarının tekrarından başka bir şey değilmiş, gidecek bir yerin gerçekten yokmuş, bunu iki defa ya da üç defa veya daha fazla yaşayınca yine de yer etmiyor insanın içine, bir hücrenin içinde sızıp kalmak istemiştim. Küçükken eriyen kar tanelerine ağlardım, yastığımda çiğ taneleri birikirdi, saklardım. Bazı şeyleri saklamak ne zormuş meğer. Gönlümün razı olduğu tek şey rüzgârdı, yazgımı silmeye çalıştığım tozlu silgiler, her bir harfi özenle biriktirdi, mezarıma çiçek bırakmak istedim, birkaç yıl sonra yeniden koklayabileceğim… Ölümle yaşam arasındaki mesafeyi ayarlayamadım, yaşamımın içine biraz ölüm sızdı, aklımı kaçırdım, artık bana hiç lazım olmayacak düşlerin kıyısında sabahladım. İnancımı eski bir uygarlığa bağışladım, elimdeki örme sepette kır çiçekleri canlılığı anlatmaya çalışıyordu, boyunları kırıktı, inanmam imkânsızdı, yine de kırmak istemedim kır çiçeklerini çünkü çok sarıydılar, her an ölecekmiş gibiydiler. Gülmeye razı oldum, içimden gelmese de, içimden gelenlerin üzerini bu şekilde örtebilirdim, yoksa deliliğim fırlayacaktı sokaklara, saklanamayacaktım. Zaten dünya küçüktü ve beni saklayacak kadar cömert olamazdı ki annemin karnı bile daha fazla saklayamamıştı. Dünya annemden daha fedakâr olamayacağına göre… 

Kalbim bazen gereksiz yere, gereğinden fazla atıyor. Sol kaşımdaki izi taşımanın yükümlülüğüyle biraz daha bozuluyor her şey, önce kalbim, tam o zamanlara denk gelmişti ağırlaşması, yaşatılan güzellikleri düşünmek varken, kötülükleri düşünmeye vaktim olmuyordu, sırf belki de bu yüzden ve yeniden aynı kötü şeylerin izi kalıyordu içimde. Gökyüzüne uzak olduğumdan, ulaşamıyorum hiçbir güzel yere, gülüşüm asimetrik şekilde yayılıyor çevreme, kendime çok kalmış ama yine de yalnızlığa kalamamış zamanlardayım. Huzura özlemim eskilere dayanıyor, yersiz eksikliklerden. Şimdi şöyle dursam rüzgâr da duracak gibi, bulutlar artık dağılmayacak gibi, kendimi anlayabilmenin bilmişliğiyle bakıyorum yıldızlara, kalabalığın zerafetsizliği bozuyor göz zevkimi, kimseyi görecek hâlim olmadığı hâlde her şeyi görüyorum, beni asıl yoran bu. Fazladan kalbin atınca, daha çok atmış olmuyor, kalp atış sayısındaki kalanından düşüyor, kalp atışların. 

Yıllar içimizden, bazen hissettirerek, bazen de acıtarak geçip gidiyor. Geçen yüzyılda kalmak istiyoruz belki. Bazı harflerin diğer harflerden daha değerli olmadığını bildiğim hâlde, müstehcen bir ilgi duyuyorum. Kürdilihicazkâr makamında susuyorum... 

Ölüler, öldüğünü bilmiyorlar
Ölümü, yalnız canlılar hissediyor...

İyi ki ölüler, öldüğümü de bilmiyorlar, gölge rengimde olduğumu, soluğumda nefesin olmadığını, ellerimin toz gibi dağıldığını. Sol elimin içine sakladığım şiirlerin, tam hasarlı sinirimin üzerine bir dize hâlinde oturması, sağ elimin suçudur, sol elime yazabiliyorum fakat sağ elimin içine sol elimle nasıl yazabileceğim? Bir melodide kafamı içindeki beyinden sıyırmak istediğim düşüncelerim sıralanıyor, sol elim zayıf kalbime rağmen daha güçlü, sağ elim, o taraftaki kanadıma rağmen daha güçsüz. Türümün içinde benimsemediğim ve asla benimseyemeyeceğim şeyler var. Çabalarım olumsuz ve sonsuz. Söylenilen sözler, oyuncak olmaktan öteye gidemiyor. 

Seninle birlikte aynı renkte montun içinde dolaştım aylarca, elinin değdiğini tahmin ettiğim hiçbir kıyafetime kıyamadım, parçalamam gerekiyordu içimdekilerle birlikte, yıkatmadım hatta ütülemedim bile. Buruşmuş olması bazı şeylerin, çok zaman geçmiş anlamına gelmiyordu, her şeye rağmen, o büyük kötü şeylere rağmen, gamzemdin, elimde değildi. Aynı sokaklardan aynı ayakkabıyla ve aynı hızlı adımlarla geçtim, aynı duyguları, bulup, buluşturup içime yerleştirmeye çalıştım, her şey aynı olursa, belki gerçekten her şey aynı olur diye düşündüm. Kendimi olanlara bırakamadığımdan, olmayacaklara bıraktım. 

Sararan yapraklar gibi, hep yok olan bir şey olarak kaldın aklımda, yine de tüm yokluğunla vardın, bir şiirin en sarhoş dizesiydin, unutulurdun ama yeniden yazılırdın. Bir daha dünyaya gelirsem eğer, seni kendime şiir diye değil, kader diye yazmak isterdim. Hayatımın ilk sayfasına, büyük puntolarla, önemini belirtmek için altını çizer, saklamak için parantez kullanırdım. Bu dünya bizi kendimize getirmeyecek kadar kayıp doluydu ve hastaydı hiç birimizi tamamlayamayacak kadar. Yarımdı, yarımlığı bizi birbirimizden soğutuyordu ve eksiltiyordu. Başımın döndüğü iyi zamanlar da vardı, hatırlıyorum, dün gibi dediğimiz her gün yeniden yazılmak isteniyordu, yakınlaştırıyorduk, yine de yaklaşmıyordu o günler. Uzaklaşıyorduk, önce güzel günlerden sonra da kendimizden. Kendimizin içinde insanlar doluydu, gidiyorduk, sararan yapraklar gibi sarı ve bitmiş hikâyeler anlatıyorduk, ama birbirimizi dinlemiyor, üstelik dinlemediğimiz için itiraz da edemiyorduk.

Ne çok acımız varmış, yaşamadan geçtiğimiz ve ne çok fotoğrafımız varmış, yaşayamadan paylaştığımız, bizim olmayan acıları sahiplenişimiz, hiç mi bir şeyimiz yokmuş, geçmişimizdeki kırgın çocuklardan başka ve ne çok az kalmış aslında huzurumuz… 


Yirmi Sekiz Temmuz İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut


1 Temmuz 2016 Cuma

Umut Kırıntısı

Ben İstanbul'um.

Haziran'da ölmek zordu
Ama ya böylesi kolayca öldürmek?

Pijamamı özlemiştim, tam‪‎haziran yazıları okuyordum. Haziran şiirlerini de, tam da haziran gidecekken... Haziran'ın bu hâlini hiç ama hiç özlememiştim. Benim düşlediğim haziran bu değildi. Hiç değildi! Haziran'da ölmek zordu, böyle ezberlemiş, buna inanmıştık. Bir sürü yazar, şair de bu ayda ölmüştü. Ama ya böylesi ölmek? Parçalanarak ve gürültüyle, etrafında bir sürü insanla, çocukla birlikte... Diyecek bir şey bulamıyorum. Allah rahmet eylesin cümlesine, ailelerine ve ülkemize de sabır diliyorum ve kafayı oynatmamak için bizlere de sabır, ancak bir felaket geldiğinde dilenirmiş Allahtan ve bu gerçek bir felaket. Kınamak, beddua etmek, küfür etmek ya da gözyaşı dökerek geçiştirebileceğimiz bir şey değil bu.

Dilime varmayan, kalbimde mecbur kalmış kelimeler var, içimden sayıkladığım; umut diye başlayan ama devamı gelmeyen. Aklım bozulmuş bir saat gibi.

Kışın kuruyan ağaç ve çiçeklerin ertesi sene baharda tekrar açması gibi insanın içindeki umut da sönmüyor, bir sonraki bahara kalıyor sevinçlerimiz ya da yüzümüzdeki hüzün donup kalıyor, büyük bir üzüntü karşısında, kayıplarımız karşısında boğazımıza düğümlenen o düğüm, oturuyor ve hiçbir yere gitmiyor. Şoka giriyoruz bazen de hiçbir şey yapamıyoruz, gülemiyor, ağlayamıyoruz. Yalnızca Allah’a havale ediyoruz dudaklarımızın kıpırdayabildiğince…

Onca gerçekçi olmama rağmen, yine de bir yerlerde bir umut kırıntısı kaldığını hissediyor ve onu yok saymak istemiyorum ama tam da şu zamanlar da o da yok oluyor. Artık yarınlar için plan kurmak, inanmak, başaracağını hissetmek falan hepsi bir hayalden ibaret ki hayal edebilmek için bile bir miktar umuda ihtiyacı var insanın. Şu insanlık dışında olan yaratıklardan bıktım, hiçbir suçu olmadığı hâlde masum insanların ölmesinden duyduğum üzüntüden boğuluyorum. Cehaletin ödül aldığı, kötülerin kahraman olduğu, iyilerin ve onurlu insanların cezalandırıldığı bir dünyada yaşamak istemiyorum artık. Ya pisliklerinizi de alın, gidin ya da ben gerçekten gideyim. Kalbimizden vuruluyoruz her geçen gün ve saat. Eksiliyoruz, ölüyoruz, bitirilmeye çalışılıyoruz. İğrenç emellerinizden ve çirkin enerjilerinizden tiksiniyorum. Üstelik bu kötü güçlerinizi masum insanlar üzerinde yapmanızdan duyduğum tiksintide boğulsam yeridir. İnsanlığımdan utandığım zamanlardayım, keşke insan olmasaydım ve bunları yaşayıp, bilmeseydim, görmeseydim. İsyanım hiçbir yere yetişmez, yetişmeyecek de biliyorum, tıpkı lanetlerimizin hiçbir yere erişmediği gibi.

“Canımız sağolsun” diyoruz, canımızdan vuruluyoruz. Onca felaketin, hastalığın, afetlerin yıldıramadığı bizleri yıldırdınız. Ne yazsam olmaz, ne yazsam anlatamam. Bu çiçekler yeniden açmayacak. Bir daha bahar gelmeyecek bazılarımıza, hiç.


Yaşamak büyük bir eziyet, her an panik, üzüntü ve nereden bir felaket gelecek diye beklemek. Nefes almakta bocalıyorum. Kalbim atmaya devam ediyor, bedenim yaşamsal işlevlerini de yapıyor ama zihnim, o sanki durdu.

Otuz Haziran İki Bin On Altı 10:00
Nevin Akbulut 

Hanımelinin Ojesi

Küçükken su saatini, akan bir zaman zannediyordum.
Bazı zamanlar hiç akmıyordu.

İlkokula giderken, resim dersinde hep aynı sarı saçlı, hep aynı boylu, zaman zaman gözleri değişen aynı kadını çizerdim. Silgi kokusunu severdim, kurşun kalemi tutuşum hiç değişmedi yıllar sonra. Öyle sımsıkı, parmağımı acıtırcasına…

Roman yazmaya teşebbüs ettiğim o gece suçlu gibiydim, haberim olmadan hatta haberin olmadan kurgulamıştım, düşüncelerim suçluydu, kalemim masum. Belki de haberimiz olmadan Allah bizi aynı romanın içine yerleştirmişti, bunu ben yapmamıştım, düşüncemin içine belki o katmıştı, elim suçluydu daha ilk paragrafta yorulmuştu, kalem tükenmeye yüz tutmuştu, Pamuk Prenses masalları doldurmuyordu içimin odalarını, daha çok birdenbire geceleyin karşıma çıkan kâbuslar dolduruyordu. O kadar da korkunç değildi roman, başımı kitaplığa çarptığımda. Belki bu romanda tam da bu saatte ölürüm umuduyla, okuyucunun umutsuzluğunu ölçmek istemiştim, patlamış mısırla okunamayacak bir şeydi bu, film izler gibiydi hayaller, ucuz bir sahnede âşık olacaktık, buluşma saatini kaçırmasaydık ya da biraz daha beklemeyi akıl edebilseydik, gelmez diye hemen umutsuzluğa düşmeyiverseydik.

Hâlâ çıldırmadıysam düşündüğüm şeyler var demektir, birilerini haklı bulma, birilerini haksızlığın içinde bulmak gibi. Kendimi yerli, yersiz bir yerlerde olacağımı düşünmek gibi… Her gün standart acılara uyanırken, çektiğin sızının onda biri bile alışılmış değilken, değişken ruh hâlin her an biraz daha törpüleniyor, sen o yarım yamalak ruhunla hâlâ bu düzensiz düzende var olacağını mı sanıyorsun? Ah nasıl yanılıyorsun, nasıl kandırıyorlar, nasıl yanılıyorum…

Geniş zamanlı sancıların boyunu ve tarihini ölçemiyorum, konduramıyorum da bu duruma matematik hesaplarını, rakamlar kesinliği, harfler de biraz kıvraklığı gösteriyor, biraz da kırılganlığı. Mutlu olduğum yemekler yok artık, mutlu olduğum sözler gibi, mutlu olduğum kuşlar da uçtu gitti, açtığında mutlu olduğum çiçekler gibi, kahkahalar istemsizce dökülürken ağzımdan, tam zamanlı bomba gibi patlıyor gözyaşlarım. Sahi ne kadar tanıdık değil mi yanaklarıma, her gün sızan o ılıklık… Biraz bekleyince tuzun tanıdık yakması, dudakların buna tanık olması. Hâlâ çıldırmadıysam henüz ağlayabildiğim içindir ve hâlâ delirmediysem, bir gün delirip, kendimi yok etmek içindir.

Hiç yazamayacağım bir romanın en sessiz kahramanı olarak konuşuyorum burada, beni anlamalarını ummuyorum, görmelerini beklemediğim gibi. Arama, bulma ve kurtarma çabaları da yersiz artık bu satırdan sonra. Ruhaniliğimden sıkılırken birileri, ben de onların egolarından sıkıldım. İki kitap okuyarak edebiyatçı, iki manevi sohbete katılarak nirvanaya ulaşılabiliyor artık, belki de bu yüzden hiç olan yerimden, hiç kımıldamıyorum, başka sesleri taklit ederken bazıları, kendi rengimle aynı renkte kanadım, rengimi gizlemedim, yüzümü de…

Acılar elbette bir yere yerleşeceklerdi, en uygun yer gözlerimdi, büyüklerdi, izin verdim. Varoluşumdaki çaresizliğe derman bulamadım, içimdeki kelimeler biraz daha yaşasın diye buradayım. Nasıl böyle bir dizeye hâkim oldum bilmiyorum, kanatlarım var sanıyordum, uçamıyordum, mutsuzum zannediyordum, durmadan gülüyordum, insanlığımın huyunda varmış ters orantı. Yine de çok fazla kafa yormadım, ellerimi üşüdüğümden sıcak masallara göndermiştim, gözlerimi büyülü şiirlere, geriye saçma sapan bir ruhum kalmıştı, o da sıkılmıştı. Aklımda kuşlar geziyordu, tutamıyordum onları, oysa benimsediğin, çok önemsediğin bir şeye insan somut bir şekilde dokunabilmeliydi, dokunamamak laneti küçüklüğümden beri peşimi bırakmamıştı. Zamansızlığımı düşünüyordum, zamansız gelişimi, doğuşumu, büyüyüşümü, hiç birinin çözümü yoktu, sonra sızılar elle tutulur olmaya başladı, yalnız gözümde değil, elimde, kalbimde, kollarımda, sırtımdaki sızıda, her yerde büyüdüler. Ruhum çağını şaşırdı, varolduğum zamanla hiçbir zaman örtüşemeyeceğim. Şu zamana sığamadığımdan, geçmişteki zamana sığınmayı seçtim. Ama bir adım geriye gidemedim. En büyük zamansızlık aslında, anlaşılamamak ve aynı zaman haksızlık…


Hayatın başka ellerden düşme, parça parça hikâyelerden oluşan, bir kolajsa, ne yapabilirsin ki? Hangi parçanın peşine düşebilir, hangi tarafını tamamlayabilirsin? Hayatını hangi büyük cümleyle tanımlayabilir, ömrünü hikâyenin neresiyle özetleyebilirsin?

Çoğu zaman hayat değerliymiş gibi davranıyorum, ama onu avuçlarımda tutamıyorum, o beni değerli olarak görmüyor, bilmiyor ya da, tıpkı benim bazı şeyleri yaparken düşünemediğim gibi. Odamda rutubet var, sürekli var, yine de bitki çayları içiyorum, sağlıklı beslenmeye çalışıyormuşum gibi yapıyorum, oysa her dakika sağlıksız geçiyor. Nedensiz, bir şeyler beni kötü ederken, ben başka bir şeyleri iyi edebilir miyim bilmiyorum, dokunan iç içe geçen parmaklarımla, iç organlarımın yerini şaşırdığımdan beri, neyi ne kadar engelleyebilirim hiçbir fikrim yok. Ağrılarımın nedenini içimde bir yerlerde arıyorum, iyi ki içimi göremiyorum. Damarlarım yerli yerinde değil, kimisi kaymış, kimisi kurumuş, kalbimde bir tekleme, ciğerimde delik var. Buna rağmen yüzümü güzel hissettiğim, ruhumu sağlıklı bildiğim zamanlar da var, o zamanlar dünyanın değerli bir bireyiymişim gibi budala bir his yapışıyor beynime,  sonra öyle olmadığını hatırlatacak muhakkak bir şey oluyor. O afili his, düğün salonunda beş saat sonra dağılan salon gibi bomboş, kirli ve mide bulandırıcı bir hisse dönüşüyor. Her şey kokuyor işte o zaman, mesela kelimeler, ismine uygun kokuyor, çiçek kokusu çok az, tükenmiş, birileri çiçek kokularını alıp, kendilerine saklamış muhakkak.

Yaşamak istemediğim zamanlarda, mevsimi geçen bir çiçek gibi, kuruyup, ölüp, kalsam öylece ve sonra başka bir bahara, upuzun bir zamana, dünya beni unutana kadar yeniden açmasam…

Hayata siyah bir ölüm masalının üzerinden tutunmak, tıpkı eldivenle gözyaşlarını silmek gibi…

Bir anlasaydınız cinnetlerimi, bir anlasaydınız nasıl bir tabutun içinde sıkışıp, kaldığımı, bir anlasaydınız gözlerimdeki hayal kırıklığının yerini artık yalnızca siyah bir ölümün perdelediğini... Bir damla mutluluğu hayat bana çok gördü, üstelik çok susamıştım. Şimdi ben kime neyin minnetini besleyeyim?


Uzun zamandır işsizim, hayalsiz kaldım. Üzüntüden düşünecek hâlim, hayal kuracak takatim kalmadı. Babamın ayakkabısıyla birlikte, bir örümcek sızıyor içeri eşikten. Yaz akşamları kızıl kokuyor buralar, hanımeliyle karışık. Ben daha çok mor kokuyorum. Hanımelinin ojesi kokuyor belki. Sonra bir tereddüt sarılmış boynuma, bazı çiçekler çok konuşkan, bazı yıldızlar çok yakışıklı. Bazı heceler, gecelerden daha derin. Bazı geceler çok üşüyorum, ağladığımdan belki, su kaybediyorum. Gözyaşlarımı biriktirip, su torbasının içine zulalamak istiyorum. Gülümsüyorum, böbreklerim bir kez daha kasılıyor, ben de katılıyorum onlara. Gülümsüyorum çünkü bazen çok kırmızı kokuyorum, hanımelinin ellerini öpüyorum. Dudaklarım hanımeli gibi gülümsüyor, çok gülüyorum çünkü bazı çiçekler çok âşık.


Bir Temmuz İki Bin On Altı 16 50
Nevin Akbulut 

29 Haziran 2016 Çarşamba

Hazin Bir Haziran

“İçimin yandığı bir şarkısın artık. Nakaratlarında sabahladığım ve notalarını kokladığım. Ölümü yazıyorum, ama anlatılmıyor.”  

Gecenin tam ortası, havuzun tam dibi, perdelerin sallantıda olduğu bir an. Muhabbetin ne kadar anlamsız ve gereksiz olduğunu anladığında sabah ezanı okunuyordu, saçları darmadağınıktı. Yataktan kalkmaya teşebbüs ederse yanındaki uyanabilirdi, gerçi kimle uyumaya kalktıysa uyuyamıyordu, hep onlar uyuyordu. Biriyle uyuyabilmek onun için alışılagelmiş bir şeyi sindirmek gibiydi, bir o kadar da imkânsızdı, duyduğu güvensizlikten ya da o ânı bir kavanozun içine hapsetmek istediğinden, akvaryumlar hesaplıyordu içinden, üstelik karanlıkta uyuyamazdı. Uyuyanlar nasıl uyuyordu acaba? Camlara kustuğu, rüzgâra sustuğu zamanlardı kendine getiren. Acıyı en mutlu olduğu anda bile hissedebiliyordu, hissetmek için belki de uyumuyordu. Bu olmuştu ve o acıyı yaşaması gerekiyordu.

Pencerelerden bağımsız bir odada iki yatak, ama tek yatağı kaplayabilmişler ancak, o da tam kaplanılmamış, dünyada şu kadar yer kaplıyorlar, kime ne onların beraberliğinden? Omuzlara kadar örten çarşaf, kadının beyaz çarşaftan daha kirli beyaz omuzları, askılı tişörtüyle sıcağının iki katını hissettiği yatakta, adam yok gibi çoğu zaman, olması gereken bu belki de, adam yok, belki de olmaması gerekiyor. Adamın bir tek uzun parmakları var, şiir yazmalı bu parmaklar diye düşünüyor kadın ya da piyano çalabilmeli, mistik bir hava doluyor içine pencereden gelen oksijenle birlikte, dalga sesleri odayı biraz daha deniz dolduruyor.

Adam burnunu kadının omuzunun üzerindeki çukura dayıyor, kadın adamın gamzesine gömülmek istiyor, şuan, böyle, burada ölmek istiyor. Pencere aralığından ufak bir ışık sızıyor içeri ve odayı ortadan ikiye bölüyor. Kadın burada değil, kadın dalgaların içinde, boğuluyor, tam bu sırada başı yastıktan düşüyor, nefes darlığına, başka şeyler ekleniyor. Uyansa bile, uykuyla uyanıklık arasında kalacağını çok iyi biliyor, daha evvel de birkaç kere böyle olmuştu, ölmek istemişti. Ama ölmemişti, şöyle güzel zamanlarda öleceği yoktu zaten, nerede görülmüştü güzelce ölmek… Doğduğundan beri ucu ısırılmış bir elmanın hüzünlü sancısını duyuyordu. O yüzden belki de bir yanı hep ısırılmış, hep tüketilmiş gibiydi, iskeletine bir tek tahammülü kalmıştı. O ruhun üzerinde fazladan bir beden bile istemiyordu. Tüm bunları hissettiği hâlde, hiç de istemediği bir zaman diliminde, tüm zamanları sildirecek şekilde girip, oturmuştu hayatındaki alanın en başköşesine. Önemsediğini biliyor ama yine de hissettirmek istemiyordu. İçindeki şarkılardan tanıyordu onu, çocukluğundaki masallardan sanki biraz da kavuşamamanın o yersiz hüznü oturmuştu içine onunla birlikte. Üstelik bunca zaman geçmesine rağmen, nasıl da o zamanlardaki gibi taptaze hissedebiliyordu, bazı anlar yaşlanmıyordu ve bazı duygular hiç buruşmuyor, eskimiyordu. Zamanaşımı tam da burada dünyalarının dışında bir yerde pinekliyordu.

Gün doğuyor, ama güneş yok henüz. Bir arabanın fren sesi uyandırıyor adamı ilkin; “bugün hiç uyanmak istemiyorum” diyor. “Ben de” diye yanıtladığı hâlde kadın, aslında adamın duyarsızlığından sıkılıyor, yatakta bir geriniyor. İçinin acısını dinliyor biraz, yüzü ekşiyor. Her ne kadar uykuya düşkün olmasa da aslında sabahları daha huysuz oluyor ama şuan burada bunu dile getiremez hatta acıyan yerlerini de anlatamaz. Her ne kadar mutlu olsa da, pişman sabahlara uyanmak onun tavrı. Yine de gülümsemeye çalışıyor, gülümseyince üzerindeki çarşaf kadar masum oluyor, sabah doğan güneşin bebek yüzü gibi, akşam batan güneşler muhakkak yaşanmışlığı da götürür ve masumiyeti törpüler.

Adamın eli telefonunu aranıyor, her zamanki gibi, telefonsuz ve internetsiz bir dünya yok artık uzun zamandır, ama telefon da olmasa bu duruma, buralara gelebilirler miydi?

“Kış geliyor, yağmurlar çoğaldı” diyor. Kadın, karın ağrısından bahsediyor, böbreklerini üşütmesinden, ayaklarını hiç ısıtamadığından. Gitmesin istiyor, hep kalsın, adam rüzgârdan bahsediyor, lafı döndürüp, dolandırıp, gitmeye getiriyor. Gelirken hiç hayalini kurmadığı gitmelere…

Kadın güneşi sevmiyor, adam üşümeyi. “Üşüyor musun?” diye sorarken, bir görev zorunluluğu yerleşiyor adamın sesine, kadın yine gülümsüyor, adamın dayanamadığı acılarını düşünüyor, bunların küçüklüğünü, sonra da gözlerini, bu gözler hiç üzülmemeli, bu eller hep saklanmalı. Kadın dayanamadığı acıları ertelemişti, bu evin dışında bırakmıştı her şeyi, adam onları da getirmişti, yara bandı ya da merhem olsun istiyordu, oysa öyle bir zorunluluğu yoktu kadının. Kış hazirandan gelmeye başlıyor, en uzun günü atlattıktan sonra, felaketlerle birlikte. Günler kısalıyor, hava kararıyor, aynı şekilde yüreklere de daha az güneş vuruyor.

Adamın elleri ağustos diye geçiriyor içinden kadın, kendi elleri ocak gibi, adının sıcaklığıyla ters orantıda soğuk ocak ayı, hatta buz. Ama içindeki şarkıları yaktığı yerde başlıyor her şey. Isınıyor o zaman, Yazıp da ona okuyamadığı şiirlerde besliyor aşkını, o hiç bilmiyor. Nakaratlarında sabahladığı, her bir harfine âşık olduğu adamı artık tanıyamıyor. Onu tanıdıkça kendine yabancılaşmıştı oysa şimdi olsa da bir boşluk içinde, olmasa da bir acı. İkisi aynı. Nereye koyacağını bilmiyor onu ve nasıl tanımlayacağını, suçlu olmadığı hâlde bir çekinme yerleşiyor içine, nedensiz. Bastırılmış bir çocukluğun verdiği eziklikle, her yerde aynı duygu çıkıyor karşısına, bunu yenemiyor, yenemeyecek belki de. Yenmenin tek yolu, hiç kimseye inanmamak…

Odanın kasveti yuva yapıyor içine, bu odayı hiç bu kadar kasvetli düşünmemişti, çok yağmurlu günlerde bile, camı açar, sokakta kaçışan insanları izlerdi, dalgayla yağmurun kavgalarını dinler şiir yazardı, kopuk bir hikâyenin buralara geleceğini hiç bilemezdi.

Sessizce doğruldu kadın, başını hafif soluna çevirerek belli belirsiz bir gülümseme yerleştirdi yüzüne, yine de ne olursa olsun kırmak istemiyordu, kırmak çünkü daha büyük kırılmaları getiriyordu. Bir kırgınlık daha kaldıracak gücü yoktu, belli etmese de… Bunca zaman içinde bunu öğrenmiş ve tecrübe etmişti.

Adam telaşlandı, bir daha görüşmeyi dilemeler, yalnızlığından korkmuştu, karanlığında tek başına canı çok sıkılacaktı. Kadın içerideki odaya gitti, yukarıya kadar toplanan şortunun paçalarını düzeltirken, kedisi uyanmıştı. Bacaklarına sürtündü kedi, kuyruğunu kaldırırken. Acıkmıştı, eğildi avuçlarının arasına aldı güzel yüzünü, önce bıyıklarını okşadı, sonra yüzünü sıktı, gözlerini gözlerine dikerken, asırlardır süregelen bir sırrı fısıldar gibi; aşk esarettir, hissetmek cezadır” dedi.

Koyu pembe renkli mama kabına, güzel mamalardan doldurdu, sonra da suyunu değiştirdi. Adam toparlanıyordu, yüzüne yapmacık ve borçlu gülümsemesiyle birlikte her şeyini alıp, gidecekti, kemerinin tokasını takarken, bu işi burada bitirmenin verdiği o saçma huzurla birlikte cebine telefonunu attı, pantolonunu giyerken bozuk paralarını düşürmüştü kadının hırkası yerde olduğu için de parkelerde yuvarlanma sesi duyulmamıştı. Kapının oraya geldi, ayakkabılarını giymeye çalışıyordu, bir yandan da kadını bekliyordu, ayrılmak için. Öylesine bir “Allahaısmarladık” la birlikte büyük bir vedanın derdinden kurtulacaktı çünkü büyük şeylere üşenirdi, büyük vedalardan, büyük bağırmalardan, büyük kavgalardan ve büyük sözlerden. Yorulurdu. Nasıl yorulmasındı?

Hayat zaten başlı başına bir yorulma yeriydi, üstelik benim, onun, şunun, bunun aşkından, bunalımlarından daha büyük sorunları vardı, insan böyle şeylere üzülmeye, kendini paralamaya utanırdı. Zaman böyle bir zamandı, kendine ait küçük dertleri, topluma dair büyük dertlerin içinde küçük bir buz parçasının kocaman kor ateşin içinde erimesi gibi yok oluyordu.

Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir veda bunca iğrenç olmamalıydı. “iyi yolculuklar bitanem”in anlamı bu olamazdı, böyle öğrenmemişti ve hiçbir cümle terk edilmeyi bu kadar riyakâr, bu kadar ikiyüzlü bir şekilde anlatamazdı.



Yirmi Dokuz Haziran İki Bin On Altı 17:30
Nevin Akbulut