Rahmetli
yazılarımda rahmetsiz bir şey vardı, rahmet okunmayacaktı belki ardımdan. Az
bağırdım, çok küfür ettim, çoğunlukla içimden, zaten çığlıklarımı duyacak
yetenekte de kimse yoktu. Uzandım, uzayamadıkça, ağlamalarımı bulduğum her yere
sürüyorum, biraz daha ağlamak kokuyor, hava ve oda. Rahmetsiz kaldığıma
ağlıyorum, yağmur yağsın istiyorum, çok yağsın, yağmur rahmetmiş çünkü.
Cümlenin başına almam gereken kelimeleri hep sonuna ekliyorum, konuşmakta da
yeteneksizim, ayrılırken, ayıldığım şeyler vardı, içtiklerimin sonrasında olan
şey, biriyle olmak, gerçekten biriyle olmak, bir miktar sarhoşluğu
gerektiriyor, yoksa o kadar çok bahane ve batan şey buluyorsun ki kendine.
Zaten biraz sarhoş olmadan da hiçbir şeye katlanılamıyor, ama bazı şeyler var
ki sarhoş olsan da dipdiri gözlerinin önünde canlanıyor. Sarhoşken
sustuklarımı, ayılınca hatırlıyorum, daha çok konuşmak için içtiğim günlerin
hatırına, şuan susuyorum. Pijamamın arasına sakladığım birayla birlikte, bin
bir türden pişmanlığımı gizliyorum. Biraz daha yazmak için, biraz daha uyumak
için belki de istiyorum bunları, unutmak lüks artık içimde, içimin içinde
hücrelerime yapışan o şeyi unutursam sanki canımdan can gidecek, etimden et
gidecek, canımdan et de gitti aslında, gidiyor, etimden can da gidiyor. Sanki
yaşamak daha anlamsız daha zor olacak. Oysa ben bu başlığın altına bambaşka
şeyler yazmak isterdim, devasa şeyler anlatıp, gizemlice susmak isterdim, nerde
tabi bende o yürek ve o ruhsuzluk? Böyle anlatabilmek kolay da, bunları
kaydedebilmek ya da kaydolabildiği yerden çıkarıp, birilerinin karşına dikmek
zor, sayfalar dolusu sustuklarımı, birkaç cümlede geçiştirmek haksızlık değil
de nedir? Söyleyip, kaçmak, özleyip, susmak, tüm bunlar haksızlık değil mi
dünyaya, sana ve bana?
Şimdi gelip,
hiçbir şey olmamış gibi dikilsen karşıma… Bunun hayalini ne çok kurdum ama ne
yapabileceğime dair en ufak bir fikrim bile yok, zaten benim seninle
karşılaşmama dair en ufak bir fikrim olamaz ki, bilemediğim bir şey varsa
hayatta, o da en çok budur işte, karşıma çıktığında ne yapabileceğim ya da ne
yapamayacağım… Halledemeyeceğimiz şeyler de var, üstelik bunlar onca geçen
zaman, ya da telâfi meselesi falan değil, belki de büyük bir mesele olmaması,
büyük şeyleri küçültmem belki de, senin büyüttüğün yerde, her akşam kenarda
biriktirdiğim birkaç şişe ile ödeşiyorum, onların içini dolduruyorum
sustuklarımla, diplerinde kendimi görene kadar rahat bırakmıyorum. Kurduğum
hayallerin sonunu kaybettiğim için, bir daha düşünmek istemiyorum seni. Sonuca
bağlayamıyorum, asılı kalıyorum sonra, konuşur gibi yapmaktan, susar gibi
ağlamaktan bıktım. Ağlarken çıkardığım seslerde, yüzümün bilmem kaç derece
kızarmasında, ellerim buz gibi donarken, bir tek bunlar bile gerçek olmaya
yeterdi, eğer bilebilseydin. Dünyadaki tek samimiyet belki de bu şekilde
ağlamaktı, tamam ağlamak iyi bir şey demiyorum zaten. Ama yoruldum, başka bir
şey yapamayacak kadar yoruldum, herkesin içinin aslında bomboş olmasından kendi
içimdekileri de teknik bir hata gibi görmekten. Gelişim hatalıydı belki de,
bıraktığım izler, seni geri getirmeye yeter mi bilmiyorum, bilmek de
istemiyorum, böylesi daha katlanılabilir. Bitince susan kalem gibi, gittiği
yere kadar değil, bittiği yere kadar.
Her şey
birdenbire oldu, kanatlarım hiç ummadığım anda, tam da uçmaya teşebbüs ettiğim
o anda kırıldı, kanatlarımdan geriye kalan kendimin içindeki ben, bundan sonra
hiç tamamlanamayacak bir yarımlığa başladı. İntihar eğilim değil, eylem gibi
bir şey oldu, bir gecede birkaç sefer. Bilek uyuşuklukları ve sızlamaları, ince
sıvı, bir ip şeklinde akıp gidiyordu, zaman dâhil, her şey kırmızıya
boyanıyordu, usulca, sırasını bozmadan. Dünyayı sanki kıpkırmızı bir bulut ele
geçiriyordu. Duran zamanın içinde, gidebilmelerin müptelası oldum, yaşarken,
ölmenin özlemini tadıyordum. Gönlümün törpüsü, aklımı yiyordu, aklım beynimle
bir aile olamayacak kadar uzaklardaydı, daha çok kuşlarla akrabaydı, onlar da
umudu çağrıştırdığı için tam da bu satırda uçarak ölmek istiyordum. Sarılmanın
içindeki saflığın boşaltılması, beynimde büyük bir travma yarattı, bu
olanlardan artık kendim bile sorumlu değildim, yalnızca sorunların farkında
olduğumu itiraf edebiliyordum. Bir önceki gün, sarıp sarmalaması, ertesi gün
boşluğunu yaratmaktan başka bir şey değildi. Ben de başka bir yerde
olamıyordum, hatta hiçbir yerdeydim. Yine de bir demlik çaya aşina bir hasret
biriktiriyor insan içinde, sıcacık, donan parmaklar eşliğinde. Benzerlerimin
bile bana hiç benzemediği bir dünya yalnızlıktan başka bir şey değildir, yazık
ki, yazıklanamıyorum. İçime duygusal ve manevi sancıların sızması, daha büyük
başka bir düşünceyle birleşti; hayal kırıklığı. Eğer ben ölürsem, anılardan ya
da anısızlıktan ölürüm.
Parçalandım,
parçalarımı bulamayacağım kadar uzaklarda bıraktım, bir şeyleri ararken, bir
yaşama nedeninin peşinden giderken.
Tarafsız bir
yarayım artık, dökülen kabuklarımı içime sakladım. Uykulu hâllerim ve uyanık
zamanlarım yalnız ona ait ve aralarında pek bir fark yok düşündüklerim açısından.
Yine de hiç kıpırdamadan, ölü gibi yatmak kendimi bir süreliğine ölü hissetmek,
hiçbir şey yapmak zorunda olmamak, rahatlatıyor beni.
Sevdiğimiz
birine herhangi bir organ lazım olduğunda veremiyor bizim gibiler, ciğer mi
lazım, ciğerimi verirdim. Ama olmadı, kalbimi verdim, genellikle değmeyecek
birine, üstelik geri almak istediğinde bir sürü hırpalanmışlıkla geri geliyor
kalp. Benim organlarımı kabul etmiyor doktorlar, bir kere yaşadığın bir
hastalığın ömür boyu izi kalıyor, oysa daha çok genç organlarım, hatta ruh
yaşıma göre ölçebilirsek, oldukça genç. Az kullanılmış, çok kullanılmamış, çok
yaşanmışlık var. Bazen tek bir saniyeyi anlatmaya saatler yetmiyor.
Çamaşır suyu ile
yolculuk ediyorum ve artık dünyaya ait, temiz görünümlü her şeyden nefret
ediyorum. Keşke tek şiddet büyük puntolu harflerle olsaydı. Şimdi hangi
televizyon programı avutabilir beni, hangi dizi ya da hangi bir şey? Eve
geldim, kaktüsümün suyu bitmiş, su verdim, kalorifere konulan yıkanmış
çorabımın teki ebediyete kayboldu, bazı şeylerin peşinden gitmemeyi öğrendim,
koşarken dizlerimden çok, yüreğimin yaralanmasından. Montumla oturdum, bütün
ışıkları açtım, hol ve mutfak da dâhil çünkü korkuyorum. Yalnız kalmayayım diye
çağıran komşulara da gitmiyorum, paylaşacak tek şeyin yalnızlık olması ne
sıkıcı. Üst kattaki seslere alışamıyorum, onun yerine kulaklarımda saklı aşk
şarkıları… Üç yemyeşil zeytin yedim, tuzlu. Beni bunlar ayakta tutabilir. O
bomboş sayfayı saatlerce okudum.
Dua ediyormuş
gibi açıyor ellerini, kızıyormuş gibi sürekli içinden bir şeyler mırıldanıyor,
kızdığı şeyler dışa vurulamayacak kadar kötü sanki ya da o kadar fazla ki,
mırıldanmasa kimsenin duyacağı da yok. Hiç gerçekten yapmak için yapamayacağı
eylemlerin içinde hareketleri kısıtlanmış kalmış, yüzü bu yüzden gergin.
Yanağının oradaki çene kemiği sürekli bu yüzden atıyor. Hep bir şeyleri “gibi”
yapmaktan kendisi olamıyor, hiçbir zaman öfkesini dışarı vuramıyor çünkü çok
kontrollü. Kendisini dizginlemesi lazım, duygularını da… Bir sürü duyguya
sahip, onu köleleştiren, kendi gibi davranmasını engelleyen. Bir hayat biçimi
sunulmuş da ev ödevi gibi onu yerine getiriyor, teneffüs zili ancak öldüğünde
çınlayacak kulaklarında. Öfkesini ve nefretini dışarı vuramadığı için de
sevgisini de hiçbir zaman anlatamayacak. Anlatamayacağını bildiği için de
sevmeye üşenecek. Öfkelenen ve nefretini dile getiren insanlar her zaman daha
samimidir, sessizce gülümseyenlerden… Ben kahkahaları tercih ederim, en
sinirimin bozuk olduğu anlarda. Dışa vurabildiğim belki de bunlar, içime
attıklarımdan çürümüş bir dünya var edebilirim belki…
Yazmak; kendi kendimle konuşmak gibi...
Dört Şubat İki Bin On Altı 11 00
Nevin Akbulut