29 Haziran 2016 Çarşamba

Hazin Bir Haziran

“İçimin yandığı bir şarkısın artık. Nakaratlarında sabahladığım ve notalarını kokladığım. Ölümü yazıyorum, ama anlatılmıyor.”  

Gecenin tam ortası, havuzun tam dibi, perdelerin sallantıda olduğu bir an. Muhabbetin ne kadar anlamsız ve gereksiz olduğunu anladığında sabah ezanı okunuyordu, saçları darmadağınıktı. Yataktan kalkmaya teşebbüs ederse yanındaki uyanabilirdi, gerçi kimle uyumaya kalktıysa uyuyamıyordu, hep onlar uyuyordu. Biriyle uyuyabilmek onun için alışılagelmiş bir şeyi sindirmek gibiydi, bir o kadar da imkânsızdı, duyduğu güvensizlikten ya da o ânı bir kavanozun içine hapsetmek istediğinden, akvaryumlar hesaplıyordu içinden, üstelik karanlıkta uyuyamazdı. Uyuyanlar nasıl uyuyordu acaba? Camlara kustuğu, rüzgâra sustuğu zamanlardı kendine getiren. Acıyı en mutlu olduğu anda bile hissedebiliyordu, hissetmek için belki de uyumuyordu. Bu olmuştu ve o acıyı yaşaması gerekiyordu.

Pencerelerden bağımsız bir odada iki yatak, ama tek yatağı kaplayabilmişler ancak, o da tam kaplanılmamış, dünyada şu kadar yer kaplıyorlar, kime ne onların beraberliğinden? Omuzlara kadar örten çarşaf, kadının beyaz çarşaftan daha kirli beyaz omuzları, askılı tişörtüyle sıcağının iki katını hissettiği yatakta, adam yok gibi çoğu zaman, olması gereken bu belki de, adam yok, belki de olmaması gerekiyor. Adamın bir tek uzun parmakları var, şiir yazmalı bu parmaklar diye düşünüyor kadın ya da piyano çalabilmeli, mistik bir hava doluyor içine pencereden gelen oksijenle birlikte, dalga sesleri odayı biraz daha deniz dolduruyor.

Adam burnunu kadının omuzunun üzerindeki çukura dayıyor, kadın adamın gamzesine gömülmek istiyor, şuan, böyle, burada ölmek istiyor. Pencere aralığından ufak bir ışık sızıyor içeri ve odayı ortadan ikiye bölüyor. Kadın burada değil, kadın dalgaların içinde, boğuluyor, tam bu sırada başı yastıktan düşüyor, nefes darlığına, başka şeyler ekleniyor. Uyansa bile, uykuyla uyanıklık arasında kalacağını çok iyi biliyor, daha evvel de birkaç kere böyle olmuştu, ölmek istemişti. Ama ölmemişti, şöyle güzel zamanlarda öleceği yoktu zaten, nerede görülmüştü güzelce ölmek… Doğduğundan beri ucu ısırılmış bir elmanın hüzünlü sancısını duyuyordu. O yüzden belki de bir yanı hep ısırılmış, hep tüketilmiş gibiydi, iskeletine bir tek tahammülü kalmıştı. O ruhun üzerinde fazladan bir beden bile istemiyordu. Tüm bunları hissettiği hâlde, hiç de istemediği bir zaman diliminde, tüm zamanları sildirecek şekilde girip, oturmuştu hayatındaki alanın en başköşesine. Önemsediğini biliyor ama yine de hissettirmek istemiyordu. İçindeki şarkılardan tanıyordu onu, çocukluğundaki masallardan sanki biraz da kavuşamamanın o yersiz hüznü oturmuştu içine onunla birlikte. Üstelik bunca zaman geçmesine rağmen, nasıl da o zamanlardaki gibi taptaze hissedebiliyordu, bazı anlar yaşlanmıyordu ve bazı duygular hiç buruşmuyor, eskimiyordu. Zamanaşımı tam da burada dünyalarının dışında bir yerde pinekliyordu.

Gün doğuyor, ama güneş yok henüz. Bir arabanın fren sesi uyandırıyor adamı ilkin; “bugün hiç uyanmak istemiyorum” diyor. “Ben de” diye yanıtladığı hâlde kadın, aslında adamın duyarsızlığından sıkılıyor, yatakta bir geriniyor. İçinin acısını dinliyor biraz, yüzü ekşiyor. Her ne kadar uykuya düşkün olmasa da aslında sabahları daha huysuz oluyor ama şuan burada bunu dile getiremez hatta acıyan yerlerini de anlatamaz. Her ne kadar mutlu olsa da, pişman sabahlara uyanmak onun tavrı. Yine de gülümsemeye çalışıyor, gülümseyince üzerindeki çarşaf kadar masum oluyor, sabah doğan güneşin bebek yüzü gibi, akşam batan güneşler muhakkak yaşanmışlığı da götürür ve masumiyeti törpüler.

Adamın eli telefonunu aranıyor, her zamanki gibi, telefonsuz ve internetsiz bir dünya yok artık uzun zamandır, ama telefon da olmasa bu duruma, buralara gelebilirler miydi?

“Kış geliyor, yağmurlar çoğaldı” diyor. Kadın, karın ağrısından bahsediyor, böbreklerini üşütmesinden, ayaklarını hiç ısıtamadığından. Gitmesin istiyor, hep kalsın, adam rüzgârdan bahsediyor, lafı döndürüp, dolandırıp, gitmeye getiriyor. Gelirken hiç hayalini kurmadığı gitmelere…

Kadın güneşi sevmiyor, adam üşümeyi. “Üşüyor musun?” diye sorarken, bir görev zorunluluğu yerleşiyor adamın sesine, kadın yine gülümsüyor, adamın dayanamadığı acılarını düşünüyor, bunların küçüklüğünü, sonra da gözlerini, bu gözler hiç üzülmemeli, bu eller hep saklanmalı. Kadın dayanamadığı acıları ertelemişti, bu evin dışında bırakmıştı her şeyi, adam onları da getirmişti, yara bandı ya da merhem olsun istiyordu, oysa öyle bir zorunluluğu yoktu kadının. Kış hazirandan gelmeye başlıyor, en uzun günü atlattıktan sonra, felaketlerle birlikte. Günler kısalıyor, hava kararıyor, aynı şekilde yüreklere de daha az güneş vuruyor.

Adamın elleri ağustos diye geçiriyor içinden kadın, kendi elleri ocak gibi, adının sıcaklığıyla ters orantıda soğuk ocak ayı, hatta buz. Ama içindeki şarkıları yaktığı yerde başlıyor her şey. Isınıyor o zaman, Yazıp da ona okuyamadığı şiirlerde besliyor aşkını, o hiç bilmiyor. Nakaratlarında sabahladığı, her bir harfine âşık olduğu adamı artık tanıyamıyor. Onu tanıdıkça kendine yabancılaşmıştı oysa şimdi olsa da bir boşluk içinde, olmasa da bir acı. İkisi aynı. Nereye koyacağını bilmiyor onu ve nasıl tanımlayacağını, suçlu olmadığı hâlde bir çekinme yerleşiyor içine, nedensiz. Bastırılmış bir çocukluğun verdiği eziklikle, her yerde aynı duygu çıkıyor karşısına, bunu yenemiyor, yenemeyecek belki de. Yenmenin tek yolu, hiç kimseye inanmamak…

Odanın kasveti yuva yapıyor içine, bu odayı hiç bu kadar kasvetli düşünmemişti, çok yağmurlu günlerde bile, camı açar, sokakta kaçışan insanları izlerdi, dalgayla yağmurun kavgalarını dinler şiir yazardı, kopuk bir hikâyenin buralara geleceğini hiç bilemezdi.

Sessizce doğruldu kadın, başını hafif soluna çevirerek belli belirsiz bir gülümseme yerleştirdi yüzüne, yine de ne olursa olsun kırmak istemiyordu, kırmak çünkü daha büyük kırılmaları getiriyordu. Bir kırgınlık daha kaldıracak gücü yoktu, belli etmese de… Bunca zaman içinde bunu öğrenmiş ve tecrübe etmişti.

Adam telaşlandı, bir daha görüşmeyi dilemeler, yalnızlığından korkmuştu, karanlığında tek başına canı çok sıkılacaktı. Kadın içerideki odaya gitti, yukarıya kadar toplanan şortunun paçalarını düzeltirken, kedisi uyanmıştı. Bacaklarına sürtündü kedi, kuyruğunu kaldırırken. Acıkmıştı, eğildi avuçlarının arasına aldı güzel yüzünü, önce bıyıklarını okşadı, sonra yüzünü sıktı, gözlerini gözlerine dikerken, asırlardır süregelen bir sırrı fısıldar gibi; aşk esarettir, hissetmek cezadır” dedi.

Koyu pembe renkli mama kabına, güzel mamalardan doldurdu, sonra da suyunu değiştirdi. Adam toparlanıyordu, yüzüne yapmacık ve borçlu gülümsemesiyle birlikte her şeyini alıp, gidecekti, kemerinin tokasını takarken, bu işi burada bitirmenin verdiği o saçma huzurla birlikte cebine telefonunu attı, pantolonunu giyerken bozuk paralarını düşürmüştü kadının hırkası yerde olduğu için de parkelerde yuvarlanma sesi duyulmamıştı. Kapının oraya geldi, ayakkabılarını giymeye çalışıyordu, bir yandan da kadını bekliyordu, ayrılmak için. Öylesine bir “Allahaısmarladık” la birlikte büyük bir vedanın derdinden kurtulacaktı çünkü büyük şeylere üşenirdi, büyük vedalardan, büyük bağırmalardan, büyük kavgalardan ve büyük sözlerden. Yorulurdu. Nasıl yorulmasındı?

Hayat zaten başlı başına bir yorulma yeriydi, üstelik benim, onun, şunun, bunun aşkından, bunalımlarından daha büyük sorunları vardı, insan böyle şeylere üzülmeye, kendini paralamaya utanırdı. Zaman böyle bir zamandı, kendine ait küçük dertleri, topluma dair büyük dertlerin içinde küçük bir buz parçasının kocaman kor ateşin içinde erimesi gibi yok oluyordu.

Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir veda bunca iğrenç olmamalıydı. “iyi yolculuklar bitanem”in anlamı bu olamazdı, böyle öğrenmemişti ve hiçbir cümle terk edilmeyi bu kadar riyakâr, bu kadar ikiyüzlü bir şekilde anlatamazdı.



Yirmi Dokuz Haziran İki Bin On Altı 17:30
Nevin Akbulut

27 Haziran 2016 Pazartesi

Korkuyu Beklerken

Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken'i gibi oldum şuan. Saat gecenin ikisine geliyor. Lavaboya kalktım. Sonra yatağıma geldiğimde odada kocaman bir böcek, sivrisinek de olabilir ama kocaman. Deli gibi oradan oraya koşuyor. Korktum, o deli gibi koştukça ben de deli gibi korktum. O kocaman iğnesiyle kesin beni sokacak, eminim. Hemen hâli hazırda bulunan yorganla her yerimi örttüm, üstelik bu sıcakta. Açık tek bir iğne deliği yer kalmadı, kalmaması lazımdı. İçimden "ey sivrisinek, hain planlarınla beni yiyemeyeceksin" dedim. Bir yandan da düşünüyorum; ya içerideki hava bana yetmezse, sahur vakti geliyor, o zamana kadar idare edebilir miyim bu kadar havayla? Keşke telefonumu içeri sızdırabilseydim, tüm bunları not alır, paylaşırdım. Böylelikle bana ne olduğunu öğrenirlerdi, benden sonraki nesillerin sonu böyle olmasındı.

Korkuyu asıl beklemek daha çok korkutuyor insanı, birdenbire olan şeylerde korkmaya zamanı olmuyor insanın. Bu davulcu da hâlâ gelmedi. İçerideki hava azalıyor. Gündüz düşündüğüm şeylerin şuan hiç bir önemi yok. Ne olursa olsunlar, ben hiç korkmamlar, aman ölsemler... Şimdi harbiden korkuyorum, it gibi. Yazık ama onlar korkmasın hatta kediler hiç korkmasın, çocuklar hele hiç. Gerçi insan büyüdükçe öğreniyor korkuyu da diğer tüm duyguları da... Küçükken daha çok yazılmamış defteriz ne yapmamız gerektiğini ne olması gerektiğini bilemiyoruz.
Oh çok şükür, yaşasın, annemin ayak sesleri, sahur hazırlığı için kalktı. Mutfağa gidiyor, alüminyum çaydanlığın sesi... Ama kalkamıyorum. Şimdi bir hamle yapıp aralasam yorganı azıcık, belki pusuda yatmış, burnumun ucunu sokacak kocaman iğnesiyle. Belki de şuan yorganın dışına sızan saçlarımı emiyordur.

Biraz daha zaman geçti, sonra Cem Karaca ikinci şarkısına başladı. Artık bunaldım ne hâlim varsa görürdüm herhalde, Cem Karaca'nın şarkısının verdiği cesarete dayanarak, kendimi cesur ilan ediyor ve yorgan elimde, yataktan Bismillah diye fırlıyorum. Kapıyı açtım, sineği hiç aramadı gözlerim. Koştum. Annem güzel annem, geberiyorum ya ben. Oh salonda sahur programı, yaşasın. Çay kokusu, mis...

Bizler büyüdükçe, cesaretimiz her geçen gün bir yerlerinden kırpılıyor, sağından, solundan.



 Yirmi Yedi Haziran İki Bin On Altı 02:40
Nevin Akbulut

22 Haziran 2016 Çarşamba

Kayboluşuma Üzülmedim

Hep yakın görünüyor uzaklıkların.

Son birkaç yılda öğrendiğimi hayatım boyunca öğrenemeyeceğimi biliyorum, zaman değil, yaşanılanlar olgunlaştırır insanı, büyümek bile istememiştim ben aslında, bırakın olgunluğu… Çocukluğum gökyüzünde sessiz sinema oynuyor, ben onun tek izleyicisi, tek inananı, tek yanılanı, en büyük inançlarımla bırakıyorum oyunlarımı. Evlerin hep alt katında oturuyorum, çatı katı hayalleri düşlüyorum bahçe katında, penceremde saksılar, çiçekler sessizce büyüyor, çocukluğum gibi, bıkmış ve usanmış halim daha hızla gelişiyor, tahammülüm küçülüyor ben büyüdükçe. Her gün sana gelmek için kâğıttan gemiler yapıyorum, safça, hepsi de ya batıyor ya da sulara bulanıp, ıslanıp yeniliyor, balıklara yem oldukları bile meçhul. Yine de umuyorum, o kâğıttan geminin içinde olmayı, onunla birlikte ıslanmayı, kaybolmak kendimi bulmak olacak biliyorum, bildiğimde öğreneceğim. Beklentisi olanın aşkı olmaz, ben beklentilerimden vazgeçeli yıllar oluyor, beklemeyi de unuttum artık. Aşka yer açmak için attım gemimdeki tüm yükleri, başka duygulara yer yok, başka ağırlık yok yanımda, hele içim öyle bir boşluğa tanıklık ediyorum ki her akşam, sulara gark olabilirim, rahatlıkla doldurabilirim içime tüm susamışlığımla…

Aşkın açtığı yarayı, büyük ateşlerle yamamaya çalıştım, yanarsa, daha çok acırsa geçer zannettim. İnançlarım bitse, unutamadıklarım vardı, unutamadıklarımı unutabilsem, inançlarım gözümü boyardı, hüzün için her zaman hazırdım, inci tanelerimle her gün kavga ediyorum, inciniyorum gözyaşlarım kadar. İstemelerin en büyüğünü bildim de, durdum. Salkım saçak meyveler gibi sallandım durdum, her çürümüş meyve ağacında. İsteyemedim, kendimden başka isteyecek bir şeyim yoktu ve kendim bile bana ait değildi. Çürüyor kalbimin bir tarafı, gemim su alıyor, aşk bir tane, yalnızlık bir sürü.

Hiçbir şeyi beklememek bile beklenti gibi gelirdi bana, şu birkaç yılda o kadar beklentisizdim ki, artık kendimden ümidi kesmiştim, ama acıların daha bana çektireceği şeyler vardı ve onlar ümidini yitirememişti benden yana. Onlara sadece gülümsemelerimi verebildim, başka merhemim yoktu, tatlı telaşlarım da terk etmişti beni uzun zaman önce. Ne zaman, ne oldu da buraya geldim, bilmiyorum ya da niye bir yere gidemedim? Mobilyalarım benden daha eskiydi, tarihe karışacaklardı eminim ben olmasam, kitaplarımın arasından böcekler çıkıyordu artık, ne zamandır uğramamıştım kendime, ne çok bensiz bırakmıştım böyle kendimi, insan kendini unutabilir mi? Bu unutmanın birazını sende becerebilseydim, kaybolmakla uzaklar arasında gidip gelmezdim, üstelik gittiğim yerler hiçbir yere varmıyordu. Ben toprak olmayı istiyordum, sen çamurun lafını ediyordun. Uzakların bana hiç uzak gelmedi, ben o yüzden kaybolmayı göze aldım ama önce yüreğime aldım kaybolmayı.

Kimseyle konuşmadığım için kendime avazım çıktığı kadar bağırdım, sana sustuklarımı kendime anlattım, sessiz tüm köşeler benim evimdi, oysa bu dünyaya ait hiçbir şeyim yoktu, ağzımı tatlandıran şekerler yüreğime hiç tat vermiyordu, içtiğim ilaçlar mideme hiç iyi gelmiyordu, yine de içiyordum. Geçen zaman içinde hiç geçmeyen şeyler vardı. Zehir alıyordum her gün, hiç korkmadan, çekinmeden, sana çektirmek istediğim tüm cezaları kendime yapıyordum sanki. Nasıl olsa kayıptım, kaybolacaktım, kimse bulamayacaktı.

Hayaller dile yakın da, dil kalbe yakın olmayınca bir anlamı yok. Ama yazılan, çizilen, söylenilen, düşünülen her şey kaydediliyor, kayda değer olmayanlar bile… Hayatımı eksik virgüllerle tamamlıyorum, hikâyem yarım. Hiç öğrenemeyeceğin şarkılar yazdım, şarkılar ezberledim, hiç dinlemeyeceğin. Zehir gibi ilaçları içtim, tatlı gibi hissederek, tatlı gülümseyerek ağladım içimden, hep o köşede, bir de kenarda, sahilde, kimse göremedi, ben bile unuttum ağladığımı. Bana kötü gelen her şey içime iyi geliyor, bu yüzden daha kötü şeyler yaptım, içimi ferahlatmak adına, acımı susturdum, onu şarapla yıkadım, besledim aşk ile sevmeyi öğrendim. Hayatıma dair, hayatına dair, aynı raflarda anılan bir şiir istedim, olmadı, biz aynı şehre bile sığamadık. Uzaklarımız hep yakındı, mesafe anlamını yitirmişti, yüzünü görmek istedim sadece, aynada yüzünü aradım, yüzünü bulsam, yüzümü aramayacaktım, kayıplarıma ilk defa sevinecektim, bulamadım, ne yüzümü, ne yüzünü.

Ne kadar derindeyse o kadar acır.

O yüzden söküp atamadığımız acılar var, acısını sahiplendiğimiz kırıklarımız var ve iyileşse bile kanamaya devam edecek yaralar.

Acımı o yüzden sahiplendim, sızıma sahip çıktım, benimdi. Benim için olmasa bile bana aitti, çıkaramazdım onu içimden, çok derindeydi, çıkarsam daha çok acıyacaktı, o yüzden sessizce seyrettim bu sızıyı, geçmesini bile dilemedim, dinledim sessizce, her gün konuştum, her gece sayıkladım ve ayırdım diğer tüm yaralardan, birleri gitse bile acıları kalır, o acılar bile özeldir.

O gün gözlerim elaydı, saçlarımın rengi de açılmıştı, neredeyse tüm gövdemin rengi açılıyordu, soluktum, soluk soluğa kaldım. Elbiselerimin adını koyamıyordum, rengini de bilmiyordum, içimde canlılığını yitirmiş bir şeyler vardı, bu kesindi, o yüzden artık tüm renklerden şüpheye düşmüştüm, renklerin adı benim bildiğim gibi değildi artık, gözlerinde solduğundan beri…

Benim derdim hayallerle, sen değil hayaller bana ihanet etti. Her şeyin rengi soldu gözümde, kimse rengini bilmiyordu, bilenler de aslında bilmiyordu, sadece o renk olmasını umuyorduk gizliden ve artık gözlerim hiçbir renge inanmıyordu.

O gün gözlerim gerçekten elaydı ama artık ne renk olduğunu bilmiyorum, artık hiçbir rengi bilmiyorum ve inanmıyorum hiçbir göz rengine.

Ortadan kayboluşlarım için seviniyorum ve hayatımı ortadan ayırıyorum ikiye, miladımı kimse bilmiyor. Kendi içimde sıralamasını yalnız kendimin belirlediği acılarıma ağlıyorum. Gülen yüzlerde kendi yüzümü göremediğim için her yağmurda ağlıyorum, yağmurdan başka kimse bilmiyor ağladığımı. Herkes yağmurdan kaçarken ben yağmura yürüyorum. Çok ıslandım. Yağmurda gözyaşlarımı tutacak birini aradım, ellerin yoktu, yağmurdan gözyaşlarımı ayıracak birisi lazımdı, kardeşim yoktu. Sen de yoktun, bu yüzden yağmura karışmaktan başka çarem de yoktu. Tüm çarelerim sırılsıklam olmuştu. Karıştım yağmurla, sokaklar bile inanmadı ağladığıma, kimse inanmayınca umursamıyor insan ıslandığını, ben içimdekileri ıslatmak için ağladım ve ıslandım bu kadar, içimdekiler erisin istedim ve kaybettiklerimi artık aramayacaktım bu defa. Ümidimi tamamen yitireceğime dair bir ümit vardı içimde, sonsuzdu. Yağmur tükendi, üşüdüm, ıslanırken bu kadar üşümüyordum. Özledim sonra, annemin ters yüz, haroşa ördüğü kazakları. Milyonlarca yıl uzaktaydı. Annemin elleri yoktu yağmurdan koruyacak, ağlamamı engelleyecek. Her şeyi düz yüzünden görmeyi diledim sessizce.

Dümdüz bir çizgi bırakmak istedim ardımda, hayatımın arkasında, fırtına sildi tüm çizdiklerimi, adımlarım benim bile bulamayacağım kadar uzaklara savruldu, kayboluşuma üzülmüyorum, sevinmek için ise belki çok geç. Bu gecikme erkenle aynı manaya geliyor.


On Dokuz Eylül İki Bin On Dört 17 00
Nevin Akbulut

Kumdan Hikâyeler

Fırtınalı gecelerde diğerlerini ayıran bir şey vardır, hep kopan anları hatırlatır bu geceler, görselde yaptığı gibi, bir dalı ağacından ayırmak gibi koparır atar bir çoğunu, o dalın üzerindeki yapraklar kadar masumuzdur, sadece sürükleniyoruzdur ve nereye gideceğimizi bilemeyiz, hayatta başımıza ne geleceğini bilemediğimiz gibi…

Gelecek karşısında herkes masum, geçmiş karşısında herkes biraz suçludur. Burada sonbaharın vefasından dem vurabiliriz; hiç gecikmez soğuklar, hep zamanında gelir, yapraklar hep fazladan dökülür, içimi hırpalar tüm bunlar. Kış soğuk kuşandı, içimiz üşüyor, hiçbir kıyafetin ısıtamayacağı zamanların geldiğini hissediyoruz, biraz daha üşüyerek.

Üşümekte kusursuzdum, buna boyun eğmede kusurlu ve bu yüzden de az hasarlıydım. Kum taneleri eriyip birlik oluşturduğundan beri, daha şeffaf dışarısı, cam gibi. Gözle görüp, yürekle inanmadıkça hiç anlamı yok gerçeklerin, yüreğin üzerindeki ölü toprağı bölüp pay ettim, serpiştirdim az biraz tüm kentlere, kumdan kentler bir fırtına ile saçıldı dalgalara. Yılların unutma çabası nankörlük edip, tek günde hatırlatır kendini, böyle bir anda, ne olduğunu, ne zaman unuttuğunu, ne kadar zamandır hatırında olduğunu anlayamazsın. Hatırı sayılır zamanların da artık hatırı kalmamıştır, acıtır. İnfazda tam kanun uygulanır bu fırtınalı gecelerde.

Aynı kelimeleri kullanmaktan sıkıldığım kadar sıkıldım aynı zamanları aynı zarfın içinde biriktirmekten, bundan kaçınıyorum, acılarımdan kaçınır gibi, çünkü aynı kelimeler sadece geçmişi kanatır.

Harcamalıyım bolca zamanı, zamanın içindeki geçmişi, biriktirdikçe geçmişte kalmıyor çünkü o zamanlar, tümü ceplerinde birikiyor, her an dilinin ucundan dökülmeye hazır sözcükler gibi. Telafisi olmayan zamanları anmak sadece ilerinin önüne serilen karanlık gibidir, tutamam kum tanelerini, onları yarama basmak isterdim tutabilseydim ve her birisi sadık kalabilseydi avuçlarıma, bir dalgaya yenik düşmeselerdi…

Adını kendi dilimle içine duyurduğum şehirler, nasıl yoksul, nasıl perişan? Yetmiyor hiçbir sözcük duyurmaya adını ve doyurmaya uzakları. Söylediklerini unutamamışlığım var yeryüzünün en yüksek hücreli duvarlarında yankılanıyor sesin, sesim öyle sessiz ki, çıt bile çıkarmıyorum, sesin silinmesin diye kulaklarımdan, bunu senin bilmişliğin yok yalnızca unutmuşluğun var ve bu unutmaların umutsuz zamanlarımı doldurmakla meşgul.

Bazı şeyler bir kere yaşanır
Ama gözlerimizin arkasında defalarca gösterime girer!

Üç vakte kadar unutulur hatırlanmaların!

İş olsun diye mutlulukların, akşam yalnız kalınca yatağa yatana kadar sürer. Sonrası tüm unutulmalar hatırlanır, hatırı olmasa da hatırası vardır o tek yaşanmışlıkların.

Tüm o unuttukların, içinde büyüttüklerin, üç vakitlerin çarpı üçer kere hatırlanır. Üzerine uyutmak için içilen her şey daha çok uykunu kaçırır. Bir parça kırılmışlığın sarar tüm kemiklerini, bulaşıcı bir hastalık gibidir uykusuzluk, her gece bulaşır, kendi içinde yayılır, sonrası sabahlara kadar büyür bu bulaşıcılık. Sızısından uyunmaz, sızısından unutulmaz, sızısı burnunun direklerini ve bir tek gözlerin kalır geriye, beynimde dönen gözlerin, anlamı, anlamsızlığı bile hikâye yazdırır, kumdan hikâyeler, dokunsan yıkılacak türden, dokunmasan olduğu yere çöküp tarih yazacak hikâyeler. Hayatımı eksik virgüllerle tamamlıyorum, hikâyem yarım, hiçbir şehre yama olamayacak kadar yarım, kum tanelerini birleştiren dalga onlardan bir ev kurmayı hayal edemedi, yuvasız kaldı hayallerim.

***
Acını zamanında yaşamak yerine, gebermeyi çok istemek yerine, yerli yersiz gülümsemek ihanet değil mi kendine?

Ya yüreğine?
Ya sustuklarına, kelimelerine, konuştuklarına, konuşamadıklarına?

Her şeye inat gülümseyemem ben, kendime ihanet edemem, bunu yapabilecek kadar sevmiyorum belki kendimi ya da bunu yapabilecek kadar umursamıyorum insanları. Ben her şeyi yerli yerinde yaşamayı severim, acımı bile. Rol yapmam, hata yaparım. Hatam bile olsa yaşarım, birileri uzaklaşacak ya da yakınlaşacak diye içimden gelmediği gibi davranamam.

Yeterince ihanete uğramadık mı? Bırakın acıyorsa, dibine kadar yaşayalım ya da bırakmayın siz de yaşayın. Ama rica ederim yaşatın. O acı yaşanmadıkça hep eksik kalacak bir şeyler, zamanla mutlu olsan bile o acı yine hissettirecek kendini ve sen acını zamanında yaşayamadığın için, yeterince mutlu olamayacaksın.

Uçtukça kuşlara benziyorum, yüzdükçe balıklara, yüzemiyorum, unutamadığım için. Gidemiyorum, kalamıyorum, kalsam kendime benzerdim, sana bile benzeyemiyorum. Saçlarım uzadı ben sadece sarhoş olunca sana benziyorum çünkü o zaman içinde hissedebiliyorum yaşadıklarımın. Tekrar seninmiş gibi, tekrar yaşanılıyor gibi…

Yaşayabiliyorum gibi, nefes alabiliyorum gibi, yüzebiliyorum gibi…

Kusurlu bir bekleyiş bu, zamanlama kusursuz. Kum tanelerine sığabilen hayallerin dağılımındaki cömertlik denklemi, karanlığın şiddetinde kaybolmayan ama rüzgâra ve dalgaların şiddetinde dağılan o tozlar aynı kumlara ait, gözlerimin yaşarması aynı hikâyeye ait, neden ağlarsam ağlayayım, hep aynı yere dökülür gözyaşlarım. Başka tozlar kaçsa da gözlerime, başkaları kırsa da yüreğimi aynı kişiye ağlarım ben. Annem. Saçlarımı ördüğün zamanlar ne kadar uzaklarda kaldı? Kaç hikâye daha geriye gitsem tutabilirim ellerini? Kumdan hayaller kurarken, o eski ahşap evimiz nasıl da sağlam görünüyor şimdi gözlerime, insan gücüne denk gelen hayallerime, insan aklıyla kurmuyorum o hayalleri, kolay yıkılmasınlar diye… Biraz daha kalsaydın kutsanacaktı bu aşk, iyi ki gittin. Kapanmayan yaramın üzerine el izini bırakıp gittin, bilmiyorsun ama o el izin yarama kabuk oldu, belki kötülük için dokunmuştun, belki iyilik için sokulmuştun, tek bildiğim bana olmasa da bunun yarama iyi geldiği. Dünü yaşamadım, yaşanmamış sayarken saymaktan haberim yoktu, ben başka dilde rakamlar biliyordum, boyumla ölçüyordum.

Tam gözlerimi açtığımda bir toz bulutu çarptı buğudan gözlerime, gitmesen de ağlayacaktım, toz kaçmasa da ağlayacaktım, kumdan hayallerim yıkılmıştı, annemin ellerine ağlayacaktım, küçük yumuk ellerime ağlayacaktım, hesapsızca güldüğüm o yüzüme ağlayacaktım.

İyi ki gittin!
İyi ki yıkıldı kumdan evim, yıkılmasa kendi hikâyemi yaşayamayacaktım, senin hikâyenin içinde hayalet olarak kalacaktım, ölemeyecektim bile. İyi ki öldüm, ölmesem yaşayamayacaktım.


Nevin Akbulut
Yirmi Dokuz Eylül İki Bin On Dört

(Eylül’ün son yazısı)

Geçmiş Zaman Ekli Mutluluklar



Yüzümü sırtıma çevirdim, fizik kurallarına aykırı biliyorum, ne kadar geriye çevirebilirsem başımı, o kadar çevirebildim senden yönümü, ağladıklarımı geride bırakmak içindi bu sözüm, bunu söyleyebilmekle yapabilmek arasındaki mesafe sırtımla yüzüm arasındaki mesafe kadardı, yalnız ıslaklıklardan sırtım üşüyor, sürekli üşüyor. Geride bıraktım ağladıklarımı, yüzümü düzelttim. Ben sana ilk defa ağlarken sırtımı döndüm.

İçeri kapansak da bazılarını dışarıda bırakamıyoruz. Zorla, öyle ya da böyle tam karşımızdalar…


Çok nadir rastlanılan gülücüklerimden biriydi o günkü, ender rastlanılan hastalık gibiydin ve ben ölmek istiyordum. Bu zamanlarımın sana denk gelmesi senin şansın, benim yalnızlığımdı, bunu hiçbir zaman bilmeye uğraşmayacaktın, sen o kadar meşguldün ki; ben hariç her şeyle, bu bana doğrudan doğruya dokunsa da, batan sancılara karşı yüzümü buruşturmak yerine güldüm sadece, o kahkahalarımın arasındaki tiz acıyı saklamayı iyice öğrendim, ne zaman gideceğini düşünmekle geçen bir birlikteliğimiz vardı, hesap edemiyor kendi kendime tarihler veriyordum, tatil günleriyle boğuşuyordum, bunun tedavisi yoktu. Sana dair herhangi bir şeyin tedavisinin olduğunu da zannetmiyorum, acıya karşı gülümsemek ancak asilleştirir o acıyı, gülerken bunu öğrendim, burada yükselen sendin, ben seninleyken bile yalnızdım. Üstelik bunu anlatabileceğim hiç kimse yoktu. Görünürde oluşun, tüm zamanları affedemiyordu ve bazı şeylerin kendi kendine son bulması çok güzel bir rahatlıktı, bir telafiydi acı çekilen geceler için. Sabah uyanınca bir rahatlama, gökyüzünün az sulu beyazlı rengi, rakı içme isteği, gittikçe ağırlaşan yalnızlık, bunların yanında tek güzel bir şey vardı; huzur!

Bazı şarkılar nasıl da cız yapıyor insanın yüreğinde, bir şey batar gibi, sonra kulakların uğuldaması, hep cızırtı, dinlememek için, dinlenmemek için, o vazgeçilmez huzursuzluk için.

Yağmur sen sar diye ıslatıyordu, ellerim ellerinde olmak için küçülüyordu. Ellerim küçüldüğünde yüreğim büyürdü bir de gözlerim. Kendimi, içimi tutamayacağım sevinçler birikirdi. Koca bir ömrü o hızlı adımlara sığdırabilirdik, amacımız hiçbir zaman yağmurdan kaçmak değildi, hayat bundan ibaret olabilirdi, tüm sevincimizi buna yükleyebilirdik. 

Geçmiş zaman ekli mutluluklar
Şimdiki zamana hep hüznü miras bırakırlar.

***

Şimdi kahve içtim, insan yalnızken tutar tüm dileklerini, bir de yalnızlar yalnız olmamayı diler hep, seninle çay içmeyi diledim ben, şimdi diledim şuanda, bu mesafede, sıkıntıları hallederdik nasıl olsa, biz yan yana gelebilsek, her şeyin de üstesinden gelirdik. Çocukluğumda görmek istediğim için seni burada çay içmeyi istiyorum ben. O kadar eskilerde kaldın ki, oyuncak bebeklerim vardı benim, şimdi onların sevgisini kedilere verdim, daha sıcak bir şey bu, hele kış günlerinde, çay gibi… Ben burada seninle erirken, sen nerelerde tamamlanıyorsun bilmiyorum, bildiğim bir şey varsa, o da eksikliğin, yüreğin hiç mi duymuyor bu soğuğu? Hiç mi hissedemiyorsun, hissetsen de belki dert etmiyorsun, o da güzel yalnız başına kahve içmek gibi. 

Anlamını bilmediğim birçok şarkıda boğuluyorum, soluğu şiirlerde alıyorum, onlar daha anlamlı, bitiremeyeceğime inandığım tüm kitapları da bitirdim, bir şey oldu bana, bir sabır geldi ya da başka bir şey ya da umursamamak bilmiyorum. Doğa hakkında daha çok düşünüyorum, daha çok üzülüyorum artık kaybettiklerimize, dışarı karşı duyarlı, içimin sesini duymamak için bolca konuşuyorum, sussam hani içim dökecek içini, susmayacak, sonrasını da biliyorum, durmadan ağlayacağım, sinir nöbetleri geçireceğim, kendimi kaybettiğim o anda seni bulacağım, ama böylesi daha kolay, kendine karşı duyarsız olmak. Aynı acıları yaşamaya üşeniyorum belki de ya da artık korkağın tekiyim.

Seni sevmelerimi reddediyorum içimden, görünürde her şeyi seviyorum. Tüm dünyayı sevsem gölgesine ilişemem biliyorum, sığmaz içimin ağırlığı, o sevgi, karıştırıyorum her şeyi birbirine, işi evime, evi sokaklara, sokakları yine içime. Ortalığın karışıklığı kadar dağınık içim, içime hesap soramıyorum, ortalığı da toplayamıyorum. Bunun için daha da dağıtmaya kadar verdim, kendimden başladım buna, olmadık şeylere sataşıp duruyorum, hiç küfrü hak etmeyen şeylere küfür savuruyorum, küfrü hak edenlere de susuyorum. Dedim ya karıştırdım. Doğru bildiklerimi bilmiyorum, yalanla gerçek yer değiştirdi, doğruyla yalnız kaldı ortalıkta. Her gün dolaştığım en işlek caddede hiç de alışılmadık şeyler oluyor, korkmuyorum bile artık. Onlar da benim sinir nöbetlerime alışık değil. Ben de onların beklemelerine, beni beklemelerine… Ezbere bildiğim adımlarım ezbere yürümüyor artık, öylesine gidiyorum. Bu ikisinin ortasındaki o ayrıntı küçük ve karışık. Hareketsiz yağmur yağıyor, geceleri çok hareketli, susturamadığım uğultular penceremin dışındaki eternite çarpıyor, fırtına olarak camıma vuruyor, cam kilitli, kapı açık diyorum içimden. Kalbimin penceresi? Biz mi istedik içeri girenleri ve çıkanlara biz mi çarptık kapıyı arkalarından?

Renksiz hayatıma inatla renk atıyorum, saçlarımın kırmızısına özenle bakıyorum, itina göstermediğim gülüşlerime hor davranıyorum, sanki ben gülmüyorum diye gülmüyor kimselerin yüzü ve herkesten aynı uzaklıktaki cümleleri duyuyorum, onlar teselli ettiğine inanıyor ben ise yaramı deştiklerine, daha fazla kızıyorum, saçlarıma iyi bakıyorum, yağmuru seviyorum, kuş yuvalarını, saçlarım bir işe yarasın istiyorum, kuş yuvalarına bağışlamak istiyorum, kanatları izin vermiyor, sonra seninle tek başıma içtiğim iki bardak çayıma dönüyorum yüzümü ve dudaklarımı…
***
Kırıkların üzerine yazılıysa alınyazın, ne kadar düzeltmeye çalışırsan çalış hayatını, bölünmüştür, parçalanmıştır birileri tarafından, çocukluğuna sığınan insan fazla uzaklara gidemez ve büyüyemez, hâlâ içerisinde bir inanma duygusu vardır ki, kanar etrafına. Yağmur yağan gecelerde sessizce ağlar yorganın altında, sabaha şiş gözlerle kalkınca bolca gülümsemeyi ihmal etmez etrafına. Bolca susar kalıcı hasara uğrayan hayatına, enkaz altında kalmıştır gözyaşları ve kanması, kanaması…
Eskilerde kalmış birisi için kolayca gerilerde kalabilirsin. Kalıcı üzüntüler yaratsan da hayatına devam etmekte iyi bir tiyatrocudur o. Acıyı yer edersin onda ama yalvarmaya yer yoktur hayatında. Acı çektirdiğin için sana el açacağı hissine nereden kapıldın bilmiyorum.
Hayatımda ilk defa geride kalmayacağın inancına kapılarak nasıl ahmaklık ettiğimi anladım, büyümeyi de böylelikle öğrendim ve sonra çocuklukta ama büyük bir şekilde nasıl durulabilir öğrenmeye başladım, buna ancak birçok şeyi geride bırakarak katlanabiliyordum, hayatımda herhangi bir ize yer yoktu, bıraktığın izleri de inkâr edecek kadar yalancıyım artık. Yabancılığından tanırsın beni, çocukluğumu bile geride bırakabiliyorsam geri hiçbir şey mühim olmamalı! Hatalarımı kabullendim, dişimi sıkıp sızlayan yerlerime bastırdım avuç içlerimi, dizlerimi karın boşluğumda topladım, dertop olunca daha az acıyordu sanki sabaha bir tek ıslak yastığım kalıyordu, onunla da baş edebiliyordum. Geçmişime tanıdık olduğum kadar geleceğime yabancıyım, yine de korkmuyorum, aynalarla yüz yüze gelebildiğim sürece sorun yok benim için. Zamanla dertsiz, tasasız, gamsız hatta hayatı tiye alan birisi gibi görünsem de kendini unutmuş ya da kaybetmiş birisi için önemli değildir artık bu küçük söylemler. Bazen kendimi uzaklardan seyrediyorum, aynalara yabancıyım tıpkı bir şarkıda dinlemiş gibiyim gözlerimi bir filmde duymuş gibiyim, kendime olan tanıdıklığım sana olan tanıklığımla aynı, bu yüzden şaşırmıyorum. Kitaplarda okuyorum hayatımı, birçok hikâye tanıdık artık. Seni özlememeyi öğrendim artık, ama özlemeyi özlemekten vazgeçemiyorum bu belki de hayata tutunduğum o kırık dal. Bilinçaltımın bilinçsizleri de olmasa güzel rüyalar göremeyeceğim. Ama en alınyazımın derdindeyim. Doktor elinden çıkmış gibi karışıktı ve sonra yağmur yağdı, silindi, mürekkep lekesinden başka bir şey kalmadı alnımda, senden emindim, yazımın okunduğu yerde adın yazıyordu, kıyısında sabahladığım uzun gecelerim vardı, sonra şarap şişeleriyle beslediğim zamanlarım…

Yorgunum, gözlerim benden daha yorgun, benden daha yaşlı, her sene biraz daha kötüye gidiyorum sanki bunu kış ayları yüzüme vuruyor, üşümem, titremem hiç geçmiyor, titremekten sırtım ağrıyor. Kimse üşümezken, insan üşümeye bile utanıyor, ne giysem olmuyor, ne örtsem ısıtmıyor. Hoş geldin ellerimin buz sıcaklığı, hoş geldi bana ait olmayan eller, hoş geldi mor tırnaklar…



Yirmi Üç Ekim İki Bin On Dört 15 50
Nevin Akbulut

Küçük Kırmızı Balık II

Hangimiz daha çıplağız aynanın karşısında
Hangimiz daha kusurlu bu ayrılıkta?
Ne rezillik aynı gezegeni paylaşmak!

Deniz yerine akvaryumda olmayı istedim ben, büyük yerler bana göre değildi, kaybolurdum sonra, hele bu kadar unutkan da olunca nasıl yaşanılırdı bir balık karnına yem olmaktan?

Ben bekletmeyi severdin, bana beklemek düşerdi her defasında, öyle uzun sessizlikti ki o, durmadan içim sıkılırdı, unutmaya başladığım o kısa zamanlarda yaptığın hamlelerle meşhurdun, nasıl şaşırıp kalırdım, beceriksizdim, her defasında unutmaya çalıştığımda elime, yüzüme bulaştırmıştım. Yağmura denk getirmeye çalıştığım gözyaşlarım vardı, akvaryumun içinde kimse anlayamazdı ağladığımı, benim de yağmur yağdığını anlamamam gerekiyordu ama ıslanmayı hissedebiliyorsak, biraz özleme hissi de bulaşmışsa bir yerlerime içime az biraz insanlık kaçmış, kurtulamadım. Sürekli debelenmeyle geçti sensiz geçirdiğim o vakitler, seneler mi demeliyim? Ben o kadar uzun yaşayamam, bunu ikimiz de biliriz.

Telaşlarımda haklıydım, her şeyi son dakika kaçırmanın korkusu yerleşmişti bir kere içime, incinen yerlerimin derdinde olmadım hiç ben, ölümcül olmadığım sürece ki ölümcül olsa bile sevinebilirdim ama genellikle ölümcül sancılar öldürmüyor, bunu daha evvel öldüklerimden hatırlıyorum.

Yağmur var dışarda şimdi çıksam ıslanacağım, yağmur hep içimde benim, bunu gözlerimden anlayabilirsiniz. İçimdeki yağmur ayağımı kaydırıp düşürmüyor ama hayatın gözünden çok kez bir damlayla düştüğüm olmuştur, sürekli ıslanmaya alışık birisi kuruduğunda paniklemez mi? Ben panikledim, aynı sızıyı hissetmeye alıştığım için eksik hissetmeye başladım, akvaryumda nefes almak gibi, dışarı çıkınca yaşayamayacağımın o korkunç bilinciyle daha hızlı nefes almaya çalıştım, daha hızlı nefes alınca daha çok yaşarım seninle diye saçma bir şey geldi aklıma, ama zamanında, her şey zamanında olmalıymış, birkaç saniye erken bile olmazmış, tıkanan nefeslerimden anladım, o birkaç saniyede kaçırmak her şeyi, bir otobüsü, vapuru ya da herhangi bir şeyi, olduğundan büyük sorunlar yaratmaya mahkum içimizde bir yerlerde, kaçırınca birisini ardından bakakalmanın o saflığı, geri döner umutları gösterime giriyor göz önündeki film şeridinde. Geri dönmüyor, o yağmurda ıslanıyor, sen kendini hapsettiğin akvaryumda kuruyamıyorsun, daha fazla yükleniyorsun kendine, ağırlık yapıp dibe çökmek istiyorsun, dipte de ölemiyorsun, sadece her yeni gün biraz daha azalıyorsun, benim yaşamım o dipte boğulmak oldu, ben ancak boğularak yaşıyorum böyle nefes alabiliyorum.

Suyu senden kalan bir hatıra gibi saklıyorum içimde, o su tükenmesin diye her gün ağlıyorum, biliyorum, geldiğinde büyük ihtimalle akvaryumu boşaltacaksın, beni kurtardığını zannederek, nasıl uzaklaştığın buradan belli işte, ben boğularak yaşıyorum, bunu bilmeyeceksin. Yaptıkların ya da yapmadıkların hiçbir işime yaramıyor, her gece aynı yatağı dağıtıyorum ben, dağılan karıncalar gibi dağılıyor içim, paramparça ediyorlar biraz yemek için, içimde sana ait bir şey kalmayıncaya kadar yesinler istiyorum, sonra beynim karıncalanıyor, televizyon kapanıyor sanki göremiyorum hiçbir şey, gece olmuş sonra anlıyorum sessizlikten, kulaklarım hala iyi duyuyor gelmediğini, o kapı zilinin hiç çalmayacağına dair gerçek bir inancım var, duvardaki tablo kendimi ne zamandır görmemiştim, kendime ancak oradan bakabiliyorum, suyun yüzüne çıkıp, kendime öyle bakmayı isterdim ama öyle alıştım ki bu ıslaklığa, ayrılamıyorum. Hüznüm amacını aştı, artık sana üzülmüyorum çünkü düşünmüyorum, düşünmek çok defa sancılı, belki de uyuştu içim, içimin senden kalan yerleri bitti belki de…

Sen kafanı karıştırmakla meşgul ol, ben meşguliyetlerimi birbirine karıştırdım, ayrılamaz bütünlüklerim var artık, daha kalabalığım, daha yalnız, daha sessizim, daha az düşünüyorum, bolca susuyorum çünkü biliyorum artık kimsenin duymayacağını, vaktinden önce susamadığım için boğulacağımı, zamanında gidemediğim için incineceğimi biliyorum. Geç de olsa öğrendim, buralarda geç kalmak yaşama hevesini kırıyor, sen yine de kırılma istiyorum, zaten isteyemem hiç kırılmanı, beceriksizim.

Şimdi şuradan kalkıp atlardım da intihara çıkardı adım, yorgunum, hakkımda bir şey düşünülmesi bile yoruyor beni, hisli olmak mı? Sürekli duyguların ağır işlerde çalışması gibi ziyan artık, vefakâr olmadıktan sonra fedakârlık yaptığın şey bence boşuna, anlamsız… Şimdi kalkıp giderdim de yaşamak denilen şeye, uzunca bir yolum var ve gidecek ayaklarım yok artık, bekleyen ellerim var bolca, ahtapottan görmüştüm. Gitmeyi becerebilseydim son olurdu bu, yaşadıkça son olmuyor, boğulup yeniden kurtuluyorum, üstelik kendimden başka kurtaranım da yok, ne yalnızım, sıkıntıdan patlıyorum.

***

Sen olmayınca hiçbir şey yok gibi, unutuyorum her şeyi, yazı, baharı, sonbahar tanıdık bana, bir de dökülen yapraklar, sapları kırık, kimsesiz yapraklar, sahip olduğu şeyler bile terk etmiş onları, içi boş zamanlar, saatleri yok, mesafesi belirsiz yollar. Yörüngesi belli olmayan bir yolculuk, nereye gidersem hep aynı, hep başka, hep eksik, gökyüzü beni reddettiğinden beri bir inat var içimde, kuşlara dair, zamana dair, yaşama giden yolda koordinatlara dair.

Dışarı çıktığımda kendimi bir çiçek gibi hissettim!

Vakti gelmeden açan çiçekler gibi şımardım önce, sonra da sarktım, dış dünyaya açılan her pencereden, başım beton zemine çarptı her defasında, vaktinden önce öldüm. Evin etrafını saran, iyi yürekli sarmaşıklar bile kurtaramadı beni, sadece korktular, içten içe, sessiz bir üzüntüyle. Yoldan gelip geçen arabaların kornasıyla irkildim, ölüydüm aslında, zaman erkenden his kaybı yaşatmıştı bana, ama kornalar korkunçtu ve insanlar rahatsız. Mevsimlerden habersizdim, ne zamandır ulaşamıyordum bahara, belki de daha çok vardı, hem gelse bile artık onu göremeyecektim, gelse bile o benim kuru, kupkuru, etrafa kahverengi bir görünüm veren, ufalmış, toz zerreciklerimle karşılaşabilirdi ancak. Bazen mevsimler boyu uzayamıyordu boyum, yetişemiyordum sonraki mevsime geçişlere, ben sadece camdan cama geziyordum. Sonsuzluk sınırına yetişemeyecektim, bana kalırsa bu dünyadaki hiç kimse o sırra erişemeyecekti, sınırlıydık sırlarımız kadar, ömür denilen şeyle sınırlıydı yaşantımız. Bunca doğum, bunca büyüme, bunca koşturma ve telaş, bunca kırıklar, bir sürü dökükler, çaba, zamansızlık, yetmezlik, hepsi ölüme hazırlık içinmiş, bir sona gitmek için başlıyoruz hepimiz. Biraz daha koklamak, biraz daha fazla çalışmak hepsi son için. Biraz daha fazla su içmek o sonu ertelemiyor.

Zaten ben hep sonu olan şeylere bağlanır
Sonsuz olanlardan vazgeçerim.

Yüzmeye üşenir, öylece beklerim suyun içinde, bir balığın benden beslenmesini, çoğu zaman izin veririm buna, yaşamakla ilgili oynadığım bir oyun bu da. Çünkü sonsuz bir nefes diye bir şey yok. Nefesim yetmediği yerde yarıda keserim hayatı, nefes alıp, dinlenmek gibi gelir bu bana. Yorgunluğum dokunulmazdı ve varlığından hiçbir şey kaybetmiyordu, yanımdayken.


Otuz Ekim İki Bin On Dört 13 40
Nevin Akbulut

Küçük Kırmızı Balık I

Küçük bir kırmızı balığım ben
Yüzmeyi unuttum.

Belki de deniz bitmişti, deniz neydi sahi? Hiç olmuş muydu? Ben yanlışlıkla mı gönderildim buraya, burası boşluk, kocaman bir yer ama boş, boşluk daraltır hep, varlığım sıkışır pres makinesinde gibi, bu boşluk içi bomboş bir boşluk. Yüzecek yer yok, belki Tanrı deniz bırakmayı unuttu bu boşluğun içine.

Bana da yüzmeyi unutmamı tembihledi, yüzmeyi unuttum, dalgaları unuttum ama izleri duruyor, tuzun tadı duruyor kırmızı dudaklarımda. Boşluk bile hatırlatırken denizi nasıl unutabildim yüzmeyi? Aldılar içimden yüzme yeteneğimi, biraz da bu yüzden yeteneksiz hissediyorum kendimi. Başkalarına bakıyorum, onlar kırmızı değil, onlar balık değil. Biraz parlak et bürünmüş iskelet hepsi ve kaygan. Oysa ben kaymadım hiç, kaymak istemedim, kaymak kaypaklık gibi bir şeydi bana göre, yapamazdım. Gitmek istediğimde giderdim ama gidecek yer de yoktu.

Deniz yok burada, sanırım balçıklaşmaya yüz tutan biraz su birikintisi ve her defasında dibine kadar kafamı sokabildiğim toprak var, çamurlaşan. En kötüsü de yıllarca deniz var zannedip, o varmış gibi yüzmeye çalışmakmış, kandırılmakla eşdeğer bir sancı girdi yüzgeçlerime. Boğmak istiyorum kendimi, ama boğulmuyorum, bu su bana düşmanlık mı yapıyor bilmiyorum, çıkmak mümkün olsa şu cehennemden…

Az biraz daha sabredeyim, nasılsa yakında biter bu su, içmem lazım, daha çok içmeliyim. İçim yanıyor ama içtiklerimden ve yiyemediklerimden. Onların yerine yüzdüm hep yüzdüm, yüzgeçlerim yorulana dek. Açlığımı unuttum, tokluğumu unuttum. Akvaryumdaki süslü balıkları düşündüm, hangimiz daha şanslıydı diye… Belki balık olan hiç kimse şanslı değildir, ama biraz da şanslıdır, unutabildiği için. Unutmamıza bile biz karar veremiyoruz, isteğimiz dışında oluyor her şey. Benim unutmayı istemediğim bir sürü şey vardı ve unutmak isteyip de unutamadıklarım da…

Şimdi ben burada ölmeyi istesem kesin unuturum. Ölmeyi unuttu derler sonra bana gördükçe ama ben yaşlandığımı da unuturum. Suyun içinde ne kadar yaşlanabilir ki bir balık, yaşlansa ancak başkaları tarafından fark edilebilir. Oysa akvaryumdaki balıkların belki aynaları da vardır. Belki ayna karşısına geçip kendileriyle konuşmaya vakitleri de.

İçimin sesi!
Bu ses de olmasa yalnızlıktan patlayacağım, neyse ki bu ses var içimde. Rahatım suyun dibinde güvenliyim. Büyük balıklar gelene kadar güzel yer yine de burası.

Burada deniz yok.
Bence balık da olmamalı.

Bizi buraya bırakanlar unuttu çoktan. Onlar mı balık biz mi balığız?

Hele kırmızı olmanın hiç anlamı yok bu renksizlikte… En iyisi yok olmalı, ama nasıl? Ölünmüyor bile burada. En iyisi bir ruh bulup, içine yerleşmek, eminim beğenip, isterler beni. İçinde olmamı. Olmalıyım. Balık kalmamalıyım. Hatta belki hayal kurmayı da öğrenirim. Belki amacım olabilir, belki sevdiklerim, sevmediklerim. Gitmek istediğim yerler de olabilir belki ama en çok saklanmak istiyorum ben. Söz veriyorum hiç çıkmayacağım.

Alışmadık mı zaten hapsolmaya?

Burada bir şeyler ters gidiyor farkındayım ve ben nasıl gittiğimi fark edemiyorum. Belki de ters yüzen benim, ters düşünen, düşünemeyen. Balıklar düşünebilir miydi? Bunu sormalıyım. Uzun zaman içinde aceleye getirilmiş bir hayat benimkisi, hep telaşlı yüzmelerim vardı, bir gün denizin yok olacağını biliyordum bu belki de kendime vedaydı. Takılmıyorum artık, sonu gelmeyen arsız cümlelere, sadece laflıyorum kendi içimle. Bunun da bir rahatsızlığı yok kimseye.

İsyan burada başlıyor. Kendime kızmakla, kendimi yemekle başlıyor. Yüzmemekle, yüzmeyi protesto etmekle başlıyor. Her süzüldüğüm santimde gözyaşlarım var, burası ondan tuzlu, balıklar da ağlar ama kimse göremez bunu, fark etmeye yetenekleri yok bana göre. Onlara göre balıklar ağlamaz, şairler gibi gizlice duygularını yaşarlar, içten içe, yalnız. Eminim şairler daha şanslıdır onların yazacak defterleri ve kalemleri var kurşundan. Silinse de yazılır tüm olanlar, olmak istenilenler, hayaller. Ama ben ne yapabilirim, bir defter bulsam kendime –ki bulamam, kaç gün dayanabilir bu ıslaklığa? Bir kalem bulsam yazar mı burada? Yazmaz. Suda kalem yazmaz. Yazsaydı ben de şair olurdum, içimde bir şair ruhu taşıyorum çünkü ben, bunu biliyorum. Ama kimse bilmiyor, söylesem anlamazlar, anlasalar deli derler biliyorum.

İçimde bir ruh taşıyorum şairden
Ve ben bedenimi bir şaire veriyorum ruhumla.

Ona, onun olanı veriyorum. Bu ruh bana ait değil, belki de yazana ait. Ama balıklar yalnız yüzer, birlikte kokarlar. Ben kokmak istemedim, yok olmak istedim. Birimizin yok olması gerekiyordu, bu ıslak sancıdan kurtulabilmemiz için. Birimizin kuruması gerekiyordu gözyaşlarının. Birimizin iyi olması gerekiyordu ve tam da böyle düşünebildiğimiz bütünlük burada başlıyordu.

***

Küçük kırmızı balık!

Bu destan burada bitmiyordu…

Her hikâyenin sonunda da ölmeye lüzum yoktu, bu yüzden sonsuzuz, deniz kadar. Burada olmasa da, şu balçığa saplanıp kalsak da, hayaller sonsuz. Çünkü hayaller gerçeklerin gölgesidir, hep iz bırakılan.

Kırmızı balık.

Şimdi susmaya gidiyor, siz yüzerken bıraktığı izlerden çözebilirsiniz bu hikâyeyi.


Dokuz Ekim İki Bin On Üç 12 40
Nevin Akbulut

Bu Kayıp Bilincimin Ayıbı


Soğuk bir Perşembe odasıydı, yaz sıcağına ait her şey vardı odada, bir biz sıcak değildik, perişandık tüm Perşembe’ler kadar. Bir daha öyle perişan olamayacağım son Perşembe’ydi o belki de son aldanışım, son inanışım ve son pişmanlığım. Üzerime ait her şey bana ait değildi, kendime bile ait değil gibiydim, hepsi o odada kalacak gibiydi, sıkıntılıydı, ağlamaklı biraz da giysiler, yağmur yağsa benden çok ağlayamazdı. Sana ait her şeyi orada bıraktığım içindi bu keder, haklıydım, kendime ait kısmını çok güzel üzülmüştüm, senden sorumsuzdum. Sorumlu olmak, bu üzüntüye ortak olmak umurunda değildi, sevinçlerimiz iki kişilik, üzüntülerimiz tek kişilikti, belki de en başından sessizce kabullenmiştim bunu ama bu bitişi değil, bunu istememiştim. Izdırabım tüm ömrümü yedi o gece, yaşanacak hiçbir şey kalmadı geriye, yaşayacağım günler çoğalıyor gibi ama nasıl sevimsiz, yaşayacağım bir şey kalmadı gibi berbat.

Gelişigüzel susulmaz ama gelişigüzel kavga edilir, orantısız kırılır bir şeyler, ölüme odaklı hızımla geri sayıma başlamıştım, bu şehrin nüfuslarında yoktum, salonda incinmiş bir mont, kapının hemen önünde gitmeye hazır kırgın valiz, eşyalar gözlerinden daha anlamlı, koltuğun kenarında ağlamaya hazır terlikler, boynumda varlığını unutup, kendinden geçmiş kolye, yanağımda kırık bir öpücük vardı, tüm bunlar anlamlıydı, masalın ortasından fırlayan ormandaki cadı gibi belirgin ve korkunç, masalımın içi dağılmıştı o gece, acımasızca, hunharca katledilmişti biz olduğuna inandığımız her şey, cümlenin sonuna hangi işareti koysam imlâ hatası süsü veriyordu…

Gitmeye kıyamıyordum, kalamıyordum da, sen içimden sinsice çekiliyordun, daha ne kadar uzağa gidebilirdin ki, ardına bakmadan?

Gökyüzüne yakın yerlerde fazla durunca, aşağıya bakma korkusu düştü içime, düşecek korkusu değildi bu, yere inme korkusuydu. Yorgundum, düşmekten başka çarem yoktu, kanatlarım testereyle kesilmişti, izleri duruyordu, insanın saçı kesilince yeniden uzuyordu ya da tırnakları, istemediği kadar hem de. Ama kanatlar bir kere kırılırsa bir daha çıkmıyordu, şimdi gökyüzünden kanatsız nasıl inecektim ben yere, düşmeden? Düş olup gitmekti tek çarem, öyle yaptım, yalan değil ama yalana yakın bir şey oldum, yaşanmışlığım bile yok gibiydi, rüyaydı, masaldı.

***

Bu kayıp bilincimin ayıbı
Hiçbir zaman kısa ve öz anlatmayı başaramadım, hep uzun cümleler geçti aklımdan, bu uzun cümlelerimde; kırıklarımın içinde, kızgınlarımın yanında, kırmamak için kullanılmış zaruri kelimelerim vardı, keder ve hüzünden çok başkalarını kırmamak önemliydi. Gecenin yarısına doğru bozulan rujum, çıplak kalan dudaklarım değil, nereye bulaştığıydı önem kazanan, bunu benden başka kimse bilmiyordu, bir de dudaklarım, saat ne kadar ilerlerse ilerlesin, söyleyemediklerimle doluydu, uzun uzun susuyordum, masayla mesafeli bir şekilde… Kırmamak için kalemimi dokundurmadım, dokunsam taşıdığı ağır yükten kırılacaktı kalemim, kırmak istemedim. Aklımda uzun cümleler, kırgınlıklarımı kısalttım, tırnaklarımı kısaltır gibi, törpüledim, bunlar göze hoş gelse de yüreğime hoş gelen şeyler değildi, başkalarının sevinçleri değil de, acıları mühim oldu, kendi acılarıma sızlanırken, kendi mutluluğumdan bile önemli oldu.
Eşekten düşmüş karpuza benzetiyorlar beni, öyle dağılmışım, oysa ben dağılmadım, dağıttım, her akşam kendi ölümüme ağlıyorum, kendimi defnediyorum her gün, defneyapraklarını anıyorum, insan içine çokça çıksam da içime kalamayınca küflü bir portakal gibi bozuluyor içim. Uykusu kaçmış zamanlarım, sabaha dek sürüyor. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıyorum yatağımdan, yeni uyanmışım gibi, tüm gün sıkılacağımı bildiğim için geceden başlıyorum sıkılmaya, yormuyorum sıkıntıları, olabildiğince düzenli sıkılıyorum…
Yağmurun ansızın bastırması, benim sana bir tek sana dair saçmalamalarım, evimin saçaklarından damlıyor. Öyle uzun ve sürekli, kaç şehir mesafesinden sesleniyorum sana, tek iletişim aracım yağmur, kokulu, balık kokulu.
Bazen sakinliğime şaşırıyorum, öyle sakinim ki, şehirler taşınıyor içimden, sokaklardan geçiyorum. Telaşlı insanların kıpırtılarından yoruluyorum, yüreğim rahatsız, sınırsız kahkahalar besliyorum, hüzün bulutlarının hemen yanında, yanlışlıkla bir milim fazla sevindim diyelim, ağlamaya başlar bulutlarım. Normal insan olmaya çalışıyorum, şu çoğunluğun olduğu, fazladan uzayan, gereksiz sohbetlere katılıyorum arkadaşlarımla, nasıl yalnız olduğumu zaman yüzüme vuruyor, harcayacak kadar fakir, yalnızca yazabilecek kadar zenginim. Uykusuzum, sabaha kadar yağmur sesiyle dertleştim o daha çok düzenli aralıklarla eternite vurmakla meşguldü.
Uykusuzluklarımın yeri değişti, yeterdi bu kadar nedensizlik. Seni hep aynı yaşında hatırlayacağım; ne bahtsızlık, hep aynı tek yönden bakacağım sana; ne bağlılık, bir daha göremeyeceğimi biliyorum; ne büyük sevimsizlik. Gözümde yaş olurken, hiç yaşlanmayacaksın. Yaşanmadan biten zamanlar biriktiriyorum ömrümde, bir işime aramıyor, tedavülden kalkmış büyük paralar gibi kayıplarım. Dökülen sarı yapraklar gibi dökülüyorum sahil kıyılarında, elimde kalan yaşayamadıklarımın telâfisi olamayacak biliyorum çünkü bu ayrılık uygunsuz yerinden kaynadı.
Seni tanıdığım o geceyi unutmak için o kadar uğraştım ki; o birkaç saati silmek için, hayatımdan neleri sildim, sildiklerim sadece boşluk yaratıyor ve bu hızla büyüyor, büyüyen tek şey yalnızlığım, yine de senli zamanlarım çokmuş gibi, nasıl da kaplıyor tüm ömrümü... İnsanın bazı şeyleri çöpe atabilmesi elinde olmalıydı, en azından bu tür çöpler için. Dilime batıyordu sözcükler, unutmaya çalıştıkça daha fazla hatırlamaktan kalbime düşman olmuştum. Korku filmlerinden korkuyordum, beynimi başka şeylerle meşgul etme çabası, nasıl da bilinmezin kucağına sürüklüyordu. Ama aynı hızla sanki yeni bir hayatmış gibi alıştırıyordum kendimi, yeni hayat yoktu, çünkü yaşayamıyordum. Yaşadığıma inanmıyor, yaşıyormuş gibi yapıyordum, bu biraz da ölüme hazırlamaktı kendimi. Aynı yere batması dikenlerin, aynı çiçekleri sevmekten vazgeçirmiyor bizi. Seni severken kanıyordum, bu kayboluşa kendimi avutamıyordum. Sürekli aşağılardaydı başım, gökyüzünden utanıyordum böyle mutsuz olduğum için. Biliyorum, çünkü insan yalnız mutluyken gökyüzüne bakmayı hak edebilir, ben hak etmiyordum. Daha fazla yaşamak daha fazla inanmak anlamına gelmiyordu, kanacak yerim kalmamıştı ama durmadan kanıyordum. Hayalimdeki kuşlar uçamıyor, ben yardım ediyorum kanatlarına, belki de edemiyorum bilmiyorum. Gidebilsem uçardım, uçabilsem kalmazdım burada. Ama kalıyorum, kuş olmadığım için, gidemediğim için, lanet acıyı yaşamak için, sevmek için, unutmamak için.

İçimdeki aşk intiharı kabullendi, ipte sallanan aşkın ayaklarını tuttum, ölü bilekleri düştü ellerime, kafesteki kuşun son kanat çırpınışı gibiydi benim sende olan yerim, ölmüştüm, bir hatırada bile yer yoktu bana. Kırıntı bile değildim, oysa o kadar kırmanın hatırına, hatıran olabilirdim. Taşların da kalbi var, niye atlıyorlar kayalıkların üzerinden? Herkes mutsuzluktan bu kadar konuşurken, deli olup mutlu olasım geliyor. Birisi olmadan diğeri olmuyor, ölmeden yaşayamıyorum.

Yokluğuna alışabiliyorken
Nasıl da özleyebiliyor insan?!

Unutmak yalnızca yüreğimin zaman kazanması
Bu kayıp bilincimin ayıbı…


Bir Kasım İki Bin On Dört 11 50
Nevin Akbulut

Kıpırtısız

Gölgeyiz, siliğiz, yanımızdan geçtiğimiz insanlar farkımızda değil, sokak kedileri hariç, uzaklarda kırmızı mantolu düşlerde ömür sürüyoruz, gidebildiğimiz yer, yağmur, toprak kokusuz, arada fırtınaya denk gelmesek, yerimizden kıpırdayacağımız yok, kırıp kaçmalarımız var, bir de üzmemek için, kendimizi kırdıklarımız ama dedim ya, siliğiz biz, bir şey olmaz bize, gölgeyiz, kayıbız. Kaybımız maddiyata ya da rakamlara dair değil, duygular dâhil.

Sahi ilk ne zaman silinmeye başladık?
Ona yazdıklarımız yerine ulaşmayınca mı?
Sonra mı karar verdik, silinip yok olmaya?

Benimkisi tam olarak böyle oldu, önce yazdım, sonra silmeye başladım, yazdıklarım kendimdendi, derindi, içimdendi, böylelikle silinmeye başladım, yalnızca ona denk geldiğince herhangi bir kelimem, yıldız gibi parladım, yüreklerin çarpışması gibi bir şeydi, şimşek gibi, etrafı ışık aldı, göremedim. Neyin ne olduğunu hiç göremedim, sonra birdenbire karanlık, bu en ağır yüktü, yüklendim. Sonra da suskunluk, sürekli kendi şarkısının plağını çalıyordu, cızırtılı gök gürültüleri de olmasa başka bir ses yoktu, sessizdim. Çıkıp o çukurdan, kendimi nefes almak için bir kaldırıma bırakamadım, beklediğim yoktu çünkü ne gittiğim vardı, ne de geldiğim… Siliktim, gölgeydim, olmaması gereken bir şeydim, kimsenin hayatını kaplayabilecek ve varlığımla yetinebilecek özelliklere sahip değildim, benim yeteneğim suskunluktu, olur olmaz yerlere virgül koyar, olmayacak yerde ünlemlenirdim, heyecan hiç uğramaz bu kente, koşanlar ne çok, telaş nasıl fazla olur olmaz şeylere, ben oysa beklemenin ne demek olduğunu anlatmak isterdim, eğer konuşabilseydim…

Ellerim küçüldükçe, üşümeye başladı, derinden gelen, dertsiz bir üşümeydi bu, asıl amacını unutmuştum. Sonra acınılası şiirler yer değiştirdi ellerimle, bir asır gerisi çamurdandı. Şiirler de biraz çamurdan olur ve hikâyelerin sonundan nefret ederiz. İsmim herkesle aynı değildi, tırnaklarım herkese oranla mordu, pembe değildi, içimi acıtan şeyler vardı, belli etmiyordum. Bazı şarkıları kutsayıp içimde, dilek tutuyordum, çocukça, masumca şeyler istiyordum, ama hayat hep büyükçe şeyler verdi, büyük acılar, büyük sorunlar, büyük cümlelere yetinemeyen küçük bir kelime kaldı ellerimde “aşk” diye, sakladım, açığa çıksa o da çamurlanacaktı, dokunacak kişilerin elleri çamurdandı, benim tırnaklarım mosmordu, birisi görse berbat hissederdim, parmaklarımın ucu tırnak değil de sanki yara doluydu ve yara bandı yoktu, sağlam bir şey de kalmadı belki içimde, iskeletim bile doğru durmaz benim, ellerim rahat ve yorgun, ne kadar yorgunsa o kadar rahat.

Akşam olur, flöresan ışığın altında, gaz lambası hüznü çöker yüzüme, kirpiklerim uzar, kocaman olur, oysa uzağım uzun kirpiklere… Yüzüme düşer, üzerime düşmesini istediğim her şey, yüzümü karartır, kızartır, yakar ve saklar. Annemle gecelikli konuşmalarımızı anımsarım sonra, dün gibi gelir, sonra bayramlarda hediye aldığım mendiller gelir, rengârenk, üçgen katlı, kareli kutucuklu ya da ebruli, hiç o kadar güzel desenli elbiseler giymedim, karışıktı desenler, çözemiyordum, çözemediğim birçok şey vardı. Her gece, bu gece de ölmüyorum diye sayıklamalarımla sarsılıyorum, uyandırmaya çalışıyorum kendimi, uyanamıyorum. Desenler rüyalarıma kadar giriyor, sanki o desenli elbiseler olsaymış her şey çözülecek gibi bir bakış açısı…

***

O kadar çok geç kalmışız ki, hep bir yerlere yetişme telaşı, bu telaşın içinde koştururken küçük ayaklarımızla, asıl şu zamanı kaçırdığımız oluyor. Zamanın içinde adımlarımız kayboluyor, biz yönümüzü kaybettiğimizden yakınıyoruz. Eğer yeterince koşturmazsak yetişemeyeceğimiz öğretilmiş bize, keşke bunu içimize kimin yerleştirdiğini bulabilsem. Hep başarılı olmamız gerek, verilen görevleri eksiksiz yerine getirmek durumundayız, eğer yapamazsak sevilmeyeceğiz, başarısız ve toplumdan uzak kalacağımız korkusu var. Bu korku o kadar büyüyor ki bazen, kendimizi unutturuyor bize ve yaşamıyoruz çünkü yaşamamız gereken zamanlarda büyük işler başarmak zorundayız ya da küçük işler. Seçemediğimiz bir hayatı yaşıyoruz, güya. Herkesin dediğini yapmak zorundayız ve bu bizim hayatımız oluyor.

Kendimize uzağız ve hor kullanıyoruz zamanları geçerken, o zamanın kenarları törpülüyor bizi, yıpranıyoruz. Muhtemelen gün sonunda beynimizin çalışan yerlerini kimyasal ilaçlarla uyutmak zorunda kalıyoruz, çünkü uyuyamıyoruz, çünkü yorgunuz, çünkü Allah’ın belası işleri becermek zorundayız. Çok işimiz var kısa ömrümüze ve kısa ömrümüzü uzatan işler değil bunlar, yıpratan, hasta eden ve kısaltan.

İçimizdeki boşluk kadar büyük onmaz yaralarımız var, boşlukla yerini karıştırıyoruz kafamızın karışık olduğu zamanlarda. Ağlamamız gereken zamanlarda mutlu olmamız gerektiğine bizi inandırmasaydı şu görünmez yasalar, daha adil olurduk kendimize karşı. Durup dinlenmemiz gereken yerde o kadar fazla koştuk ki, gidecek yer kalmadı, tüm dünyayı bitirdik, gittik, geldik. Başka bir şey kalmadı bize şu içimize yerleşen sessiz kederden ve yorgunluktan başka. Rüyalarımız bile boşlukta sallanıyor, hatırlayamıyoruz. Beynimizi uyuttuğumuz zamanlarda, rüya ile yaşamı karıştırıyoruz, tıpkı koşmakla durmayı karıştırdığımız gibi. Biz zaten kafası karışık insanlardık, beynimizin sadece küçük bir kısmını kullanma lüksüne sahiptik, şimdi bir de bu karışıklık, çıkamıyoruz işin içinden.

Sonra varlığı ile yokluğu aynı olan kendimiz gibi dostlarımız oluyor, onlar da en az bizim kadar kayıp büyük şehirlerde. Onların da suçu yok, herkes aynı hamurla yoğurulmuş, herkese aynı algılar yerleştirilmiş. Farklısı olduğu zaman ayrılıyor bu aralıktan. Sızıyor, sızdığı yer belki gerçekten güzel bir dünya, ama bu tek tip koşan insanlar korkuyor bunu düşünmeye bile, yeminli gibi beynimiz.

Tam bir ağız dolusu kızayım diyorum, sonra geçiyor. Her şeye çoğunlukla aynı miktarda öfkeleniyoruz, her gece aldığım aynı doz ilaçlar gibi, ne çok az ne fazla, tam kıvamında hayat. Gözlerim patlarcasına ağlamak isterken bir anda susturan hep o toplum, ah ahlâk kuralları nasıl da kuralsız içimde. Oysa ben çocuk masumluğuyla kızgınım, ağlamak istediğimde ağlarım, istediğim bir şey olduğunda peşinde koşmaktan çekinmem, kim bizi bu kadar riyakâr yaptı, hangi kural, hangi adetler? Düşündüğünü söyleyemeyen, içinden geçeni yapamayan insanların tutukluğu var üzerimizde, tabii ki özgürlüğe hasret olacağız! Sevinçlerimiz, kahkahalarımız boğazımızda, bir yerlerde sessizce beklerken biz de ertelediklerimiz yüzünden uyuştuk, yaşayamıyoruz. Yaşanmıyor büyük şehirlerde, o yaşamak “hayat” anlamına gelmiyor.

Herkesin içinde ağlanmaz, herkesin içinde çok gülünmez. Her şey ayıp, hep bastırıldı, hep vuruldu kafamıza sessiz tokmaklarla. Hep ileri devam etmemiz önerildi, zorla. Geri dönmeyi hiç akıl bile edemedik, kaldığımız yerden devam ettik hep adı “yaşamak” olan hayatımıza. Yeniden başlamak hep korkuttu, hep uzaklardaki sevimsiz yaz günleri gibi kaldı içimizde. İsyan etmeyi de erteliyoruz ve bu içimizde çığ gibi büyüyor ama ateşten.

Hayatlarımız kimin elinde? Ya da iplerimiz mi demeliyim?

Hep o şu işleri bitirsem de kurtulsam rahatlığı hayalden ibaret sadece, hep yerine yenileri geliyor o işlerin, birileri yerleştiriyor muhtemelen uyuduğumuz sıralarda.

Biz erteledikçe kendimizi, bir hayat yaşayamayız. İstemediğimiz hayatı yaşadıkça (yaşadığımızı zannettikçe) hiçbir yere de varamıyoruz, ayaklarımız boşuna yoruluyor, beynimiz boşuna karışıyor, kalbimiz boş yere kırılıyor ve gerçekten boşuna yıpranıyoruz. Kendimize bir “dur” ya da “kalk git” buradan demeliyiz. Yoksa sonsuza kadar hiç olmadığımız, olmak istemediğimiz bir hayatı sürdürüp gideceğim. Bence bunlardan korkulmalı.

Havasız kalana kadar dolduruyoruz içimizi telaşla, bir yerde, bir zaman diliminde kusacağız tüm bunları.

Sadece oturup öylece ne olacağını düşünmeden beklesek bir bankın üzerinde, güneşin bile erişemeyeceği bir nokta olsa. O kadar otursak ki o bankta neyi beklediğimizi bile unutsak sonra…


On Beş Kasım İki Bin On Dört 12:00
Nevin Akbulut

14 Haziran 2016 Salı

Kasım'da Susmak İstiyorum



Keşke çirkinleşeceğin kadar yakından tanımasaydım seni
Uzaklarda, güzelliğinle kalsaydın, kalabilseydin…

Acı eşiğim haddini aştı, kendimi bırakamamalarım yüzünden unutmadıklarım. Çıldırmışlıklarımdan kan damlıyor, yara bere içinde umutlarım, kimsenin yardımı olmayacağını bildiğimden yardım isteyemiyorum, oysa “lütfen” demiştim sana, bir tek sana demiştim. Lütfetmedin, sınırlarım aşıldı yüzüstü yüzerken, daha ne kadar nefessiz kalabilirim diye düşünürken, ölüme son dakika kalaları yaşadım en güzel, atıklarımı atamadım içimden. İçimde kaldı tüm asık suratlı anılar, onları besledim, unutamadım. Deliliğim sağlam raporu aldı, bu kadar yakınıma bırakmasaydın kendini, yıkmasaydın, sen yıkılınca bu şehirde depremler oluyor, enkazın altı bile fazla bana, çıldırdıklarım uygunsuz zamanları kolladı. 

Güzel kokmuyor artık yataklar, kokun, adı konulmayan, kutsal bir tütsü gibiydi, bir defa yer etti, bin defa yok etmek istedim, en çok sabah ezanlarına inandım, en çok o zamanki duaların kabul olacağına inandırdım dualarımı, tan yerinde bıraktım ellerini.

Kasıma doymayayım ki, geçmiyor. Gitmek için ayak izleri yetmiyor, ayaklar da yetmiyor. Ben hepsini denedim, yüzümü acı rehberinden silemeyen dünya, sık kullanılanlar listesindeyim. Acıyım, soluksuz acıyım. 

Karşılığında hoşnutsuz kalkıyorum her sabah yataktan, insan ancak daha çok monotonlaşarak öldürebilir kendini, silebilir, hep aynı şeyleri yaparken. İnsan ancak olduğu gibi kabullendiğinde her şeyi vazgeçer, vazgeçemedim, o minicik umut kırıntısı engel oldu, onu içime bırakırken, ölmemi istedin, zehirli bir kıymıktı o, izin verdin beni yemesine. Yenilmeme, azalmamı istedin onu içime bırakırken. 

Parmak izlerim kayıtlarınızda, ama yüreğimdeki kırık izler, onların kaydı yok, sizin kayıtlarınıza göre önemi de yok, Kasım’a doymak istemiyorum ben, Kasım’da bir başka ölmek istiyorum. Bir başka susuş istiyorum, kimse konuşamasın istiyorum, kimse artık öğütlemesin istiyorum. Kasım’da susmak istiyorum. Onun parmak uçları da bende kayıtlı, sadece bilincimin içinde, avuç içlerinin o kıpırtılı yumuşaklığı, hepsi belleğimde. 

Kızıl bir düştü bizimkisi, perde arkası olmayan, düş olduğundan şüpheye düşmediğimiz kadar kızıl, örtüyü kaldıramadım, gerçeği göremedim, bunu ben istedim. Sevmek öyle bir sorumluluktur ki; her şeyi kendinde ararsın, çünkü kıyamazsın, sevmek demek, tüm suçu, gönüllü üstlenmek demek, ben üstlendim, üstelemeden, çok güzel sustum. Sonra ölürken, ağzımın kenarında biriken, içimden habersizce çıkan o kırmızı sıvı, söyleyemediklerim, içimi kanattı. Ölürken bu kadar güzel kızıl olacağımı bilmiyordum ama hazırlıklıydım, ezberimdeydi, bunu istemek monotonluktan biraz ileri gitmişti, her defasında biraz daha fazla istiyordum. 

Kumsal hiçbir zaman vefa göstermedi varlığıma, minnet duymadı, oysa ben o kum taneleri kadar minnetle doluydum. Saatin ters yöne dönmesi hiçbir şeyi değiştirmedi içimde, yeri değişmedi sevginin zamanı değişse de… Üşüyorum, bahçemize incir ağacı dikildiği o çocukluk günlerimden beri, büyüdükçe mi üşür insan? Yalnızlaştıkça mı? Yoksa mevsim araları bu kadar uzun sürdükçe mi? 

Neyin ne olduğunu kestiremedikçe itinayla uzanınca olayların üzerine, daha özenli hatalar yapıyoruz. Güzel yanıldım ben, kızıl rüyalardan uyandım. Uyurken hiç tahmin edemiyor insan nasıl uyanacağını, bunun büyüklüğü rüyalara olan inançla orantılı. Uyandığımda hayal kırıkları batıyordu, kâbusları rüya zannetmişim, bilerek ve isteyerek.

Sabahları nane ferahlığından başka bir şey vermiyor, portakal kokulu uykularımı özlüyorum. Huzur portakal kokusundaydı belki, mevsimi değil portakalların, o mevsim, bu şehre hiç uğramayacak gibi, oysa nasıl hatırımızda, daha dün sobamın üzerindeydi kabukları, daha geçen gün uyumuştum o kokuyla. 

Çocukken dua ettiğimde, hep inanırdım gerçekleşeceğine, büyüdükçe inancımız küçülüyor sanırım, inanmadıkça da kabul görmüyor. Olmayan yıldızları seyrediyorum gökyüzünde, televizyon seyreder gibi inanıyorum yıldızlara, varlıklarına. Koruyamadım kendimi inançlarımdan, tüm bunların içinde yalnızca kaybolmak istemiştim o inandıklarımın içinde, kaybolamadım, kendimi bulmaktan da korktum, zarar vermek olacaktı bu kendime. 

Hâlâ güneş vuran cam görünce dayanamam, dokunurum. Güneş sızardı kucağıma, incir ağacının yapraklarının arasından, gözlerim kamaşırdı, şimdilerde ağzımın tadı bile yok, zaman kollamadı beni, büyümeyecekti ellerim, saklayacaktım, en güzel hikâyeleri yazmak için, bir sandıkta, ellerim büyüdü, parmaklarım birbiriyle kavga halinde, içimden yaptığım bu sessiz savaşı kimse kazanamadı, gözlerim barış diyor, ben mağlup oluyorum. Parmaklarım, yedi renk pastel boya koksa, gökkuşağını çizsem ellerimin ezberinden, bozulmasa bu sefer ezberim, gök gürültüsü çıkmasa, bağırmasa rüzgâr. Kaybolamadım ama bulunamıyorum da kendimi, kimse farkında değil belki de varlığımın, varlığımın hiçbir varlığı yok, kapı arkasında yokum, incir ağacının altında da, avazım çıktığı kadar bağırmalarımı sakladım sandığa, kimin yüzüne vuracak o çığlıklar, kanadıklarımın yeri belli de, kandıklarımın değil.

Hayatımın kenarında, köprünün altındaki sokaktayım, hayatının bununla bir ilgisi yok ama tüm bunlar bilgin dâhilinde, olanlar oldu, önemli olsa da oldu, olmasa da. Kaç saat sürer yokluğum? Kaç dakika hatırlanırım? Unutulmalarım boyumu aştı metrelerce, üstesinden gelirim zannetmiştim, altında kaldım üstelediklerimin. Karanlığımdan dünyaya bir elbise dikebilirim, matem yüklü, örtebilir mi sahteliğini? Annemin eteklerinin altına saklansam, çıplak ayaklarımla, yüzüm plastikten olsa, yüzüme vurulanlar acıtmasa, batmasa, gözyaşlarım akmaz ki ama. Oyuncak bebekler yalancıktan ağlar. Ben sahiden, yağmurla yarışabilirim. 

Yaşadıklarım, unuttuklarımın kenarındaydı, yaşamamış gibi oluyorum bir süre sonra, bir bıçak kesiği geldi, sildi her şeyi, narkozlu gibi hayallerim, birisi uyuttu, ben rüyasızım, uyuyorum sadece, rüyalarımı belki de başkaları görüyor şimdilerde, nasıl şarkılar söyleyeceğim uyuşuk dudaklarımla, insan elleriyle şarkı söyleyemiyor, söylese de sessiz, avuç içlerimden başka kimse bilmiyor, hayaller olmasa, sana sarılamazdım, hayaller olmasa duyamazdın söylediğim şarkıları, ama rüyanın içinde ölmek hiç de kolay değil, her şeyi hissediyorsun, rüya olduğuna bakmayın, hissetmemek sadece aldatmaca, hissettim ben, gerçek gibiydi.

***

Yazım, yazdıklarım kadar güzel değil, ama belki de güzel susarım bu Kasım’da. 

Belki’leri ardıma takıp süzülüyorum güneş görmemiş bir yaprağın üzerinden süzülür gibi, kayıyorum, dünya belki de bir yaprağın üzerinde, dünya küçük, rüzgâr aman vermiyor, uğuldamazdı yoksa kulaklarım bu kadar, ellerimi sakladığım yerden çıkarmamın zamanı geldi, yaşamıyor ellerim, rüyaları yazıyor. 


Yirmi Kasım İki Bin On Dört 16 40
Nevin Akbulut


Aramızdaki Aralık


Yüreğimdeki dehşeti anlatacak kelime bulamıyorum,
Cümleler artık anlamını yitirdi, ağırlık vermiyor yaşadıklarıma, yaşadıklarımın ağırlığı daha büyük geliyor, taşıyamıyorum.

Eskilerin yalnızlığı, şimdilerin tek çaresidir, suçlayan gözlerinin hedefine denk geldi varlığım, dünyaya kafa tutarım sanıyordum, bir gidimlik canım varmış, gidince bitecek şeylerim varmış, gittikçe biteceklerim, kalmaya devam eden, içimi huzursuz eden şeylerin çoğalması varmış, varlığım, kaybettiğin yerin iskânında mesken tutmuş, yol yokmuş, yokuşmuş, yoksunmuş, beyanım kaybettiklerimle ölçülür, olmayı istemediğim yere ait ayakta duran iskeletim…

Hayata kuşlar gibi yukarıdan bakabilseydim, daha güvenilir zannederdim olduğum yeri yükseklerden uçarken, alçaklardan baktım, önce sana, sonra kendime. Bir kanat çırpışı fark vardı aramızda, bir kuş yeterdi gözlerimizi buluşturmaya, farklı pencerelerde kaybettiğimiz kuşlara üzülürdük, bir gökyüzü yeterdi yüzümüzü güldürmeye, ağlamak yağmurdan, ağlamak haktan.

Üzerimde bıraktığın tüm haksızlıklara iştirak ettim, ortağın oldum, kendimi birlikte suçladık, seni haklı çıkarmak içindi, aramızda iki karış vardı, uzaklık asırlar boyu, yeni boy vermeler lazım denizin dibinde, yeni iç dökmeler, ama en çok susmalar, yepyeni.

Birlikte anılmadığımsın, kendi ellerimle içime yerleştirdiğim, kendi ellerimle gözlerimi karartıp, kalbime karaladığımsın, ne kadar gidersen git, içimdeki hep o kara yerde olacak adın adımın yanında değil, adımın uzağında.

***
Aralığın aramızda hatırı sayılır bir varlığı var, beni en çok Aralık’ta severdin, en çok o zaman üşürdüm, saplandım, içimdeki saplantıya tutundum, beni içeri çeken balçıktan fazlası değildi bu, batmaktan başka çarem yoktu, boğulmaktan başka yaşamak yoktu. Yazmak beni tek taraflı sevmeye itti, başka sevgileri yazarken, sevgisiz kaldım, yazmak beni bambaşka bir şey yaptı, sokakları sever oldum, soğuğu, yağmura âşık oldum, yazmak beni vefakâr dostlarımın vefasızlığını gösterdi. Seni sevme cesaretini ve bu cesaretin bende bir şeyler eksilttiğini unuttuklarımdan hatırlıyorum. Saçlarımı acımadan kısaltışım, daha da kısaltışım, güzel ya da çirkin olmakla alakalı değildi, güzellikle alakam yoktu ama bana iyi gelecek şeyleri seviyordum, özlediğim için sevmem ben, sevdiğim için özlerim.

Ellerimi üşüdüğünden değil, sürekli hırkamı çekiştirişim, kendi içimde bir başkaldırı belki saklanmak ya da yazamamak için, başından beri yabancıyım ellerime, soğuklukları derecede, tutabilseydin ellerimi, kendime bu derece yabancı olmazdım, kendim hariç her şeye inandım. Yanıldıklarımın başında geliyorsun, yanılgılarımı bile yanıltacak kadar, sırasını şaşırdı bu liste.

Ya sen öldün ya da ben
Öyle sessiziz ki…

Deliyim ya da katil, bir deliden katil olur mu? Galiba oluyor, aklımı yitirdim, kendi ellerimle, başkası alacaktı aklımın canını, biliyordum, bu benim ellerimden olsun istedim ve yaptım. Aklımı öldürdüm, çünkü aklım o kadar seni düşünüyordu ki ve ben buna dayanamıyordum. Kalbimi öldürmem gerekirdi belki de, içinde bana yer kalmıyordu senden, o kadar bencildin ki, hayatta da yaşama hakkı tanımadın bana, yaşamamam için elinden geleni yaptın, biliyordum, benim yaşama sevincime dair şeyleri ve onları sırasıyla yok ettin. Şimdi ben kalbime kıyamıyorum, ona da kıyabilsem ölürüm gerçekten ama kıyamıyorum. Sen mi daha öldürücüsün, ben mi daha katil? Kim daha acımasız, kim daha yalnız? Karıştırdım, dostumu, düşmanımı karıştırdığım kadar, beni yaşatan ve öldüren şeyleri karıştırdığım gibi, bedenime iyi gelen ve dokunan zararlı şeyler gibi, her şeyi birbirine karıştırdım. Bunu bilinçli olarak yaptım, artık bana hiç bir şey iyi gelmesin istiyorum, her şey kötü geliyor, iyi oluyor böylesi…

Öyle çok çağırdım ki ismini, sana benzeyen başka isimler bile geldi. Bazı duaların kabul olamayacağını daha ederken biliriz. Sokak lambasına yaraşır kıyafetle dolanıyorum sokaklarda, o sokağa ait olamadığım için o sokak oluyorum, o sokaktaki her şey, bir katilin üzerine böyle gidilmez, hele sancılı düşleri varsa, bir de kaybedecek bir şeyi olmayanların üzerine yürünmez. Yalnızca benim için mühim hissettiğim o günlerde giydiğim kıyafetleri hatıra olarak saklıyorum.

Bizim meselemiz meselemizin olmamasıydı!

Elimde olsa öldürürdüm kendimi, içindekilerle birlikte evi yakmak gibi bir şey bu, yanınca tüm elem ve kederden kurtulacakmış gibi, elimde değildi, ellerim uyuşuktu ve yetişmiyordu kendimi öldürmeme, bu kadarcık bile katil olamıyordum işte.

Aramıza birkaç mevsim, bir gökyüzü ve yağmur girdi, bunların içinde şüphesiz en güzeli yağmurdu, kendimi en çok kaybettiğim, en güzel sakladığım, gökyüzünde saklanmak imkânsızdı, sonra yıldızlar vardı, onların parlaklığından gizlenmem mümkün değildi, mevsimler kendini bir şey zannediyordu ve artık hiç birisi doğru düzgün görevini yerine getiremiyordu ama yağmur, her dilde aynı yağıyordu, benimle birlikte birçok kırılgan gözyaşları süzülüyordu, pencerenin camı gibiydi yanaklarım, aynı orantıda sızlıyorduk birlikte, seninle yaşanılanlar geçmişte yaktığım o takvimin yapraklarında kaldı, geriye alınamıyor saatler, ileri gidiyor sürekli, kış saati uygulamasında bile ve bu yalnız benim içimi sızlatıyor gibi…

Zaman öldüremediğim şeylerin üzerinde siyah bir örtü, dinlediğim en sevdiğim şarkının bitmez nakaratında asılı gölgem, bir kibrit kutusu kum dolu yuva yapmak istedim, kendi ellerimle oyduğum, sessizliğin içine. Senin ellerinle tutuştu kumdan evim, yandı, zamanından önce kurmuşum bazı hayalleri, ne kadar erken hayal kurmak, o kadar fazla hüzün. Tuzlu su iyi gelmiyor yaralarıma, yangına körükle seviyorum sızılarımı.

Kendimi öldürerek öğrendim yaşamayı, bazı geceleri yakarak ısınabildim ve bazı şeyleri yokluğa mahkûm ederek var olabildim. Battaniyeden daha sıcak düşler kurdum, sonrası elbisesiz kalmak gibi, yangınsız ve şüphesiz, çünkü eminsin kurduğun düşlerin olmayacağına ve ettiğin duaların aslında hiç gerçekleşmeyeceğine.

Belki başka bir zaman sen de bana var olursun, şimdi sana yok olduğum gibi, bu ikisi de eksiklikten başka bir şey değil, aramızda hâlâ koskoca soğuk bir aralık var, belki biraz daha yakabilirsem azalır içimdeki sen, içimdekileri kusabilirsem ya da kurtulurum bu delilikten, en çok aklı başında olanlar bilir çünkü kustuğunu ve delice susarlar, delinen o boşluk büyür, çukurda saklayabilirsem ayakkabılarımı, ardıma bakmadan yürümeyi öğrenebilirim, oysa ben emekliyorum kaybettiklerimi bulabilirim umudu ile…



Dokuz Aralık İki Bin On Dört 16 50
Nevin Akbulut

Erişim



Bin isim geçse de gözlerimin önünden, bir isim yerleşti yalnız içime, adının harflerindeki uzunluk kadardı ömrüm, boyuna yetişemeyecek kadardı yazgım. Alnımın tam ortası dudaklarına değsin diye az aşağıdaydı, dudakların yoktu, varlığının yanında, yokluk yazılıyordu alnıma, adım kadar yaşayamıyordum. Seni bin tane isime değişmezken, bin tane kötülüğün dokundu bana, sen dokunamazken. Kötülükleri iyiliğe yormak gibi ahmaklığım vardı, gündüzleri elektronik ışıklarla aydınlanıyordu, geceyi ay değil, gözlerin karartıyordu, başka renklere benzemiyordu, az daha açık olsaydı rengin, az daha açabilseydin gözlerini, gözlerin yoktu uzaklığının yanında, öyle yakınlarda bir yerlerde duruyordu, izleniyordum ama göremiyordum. Adım nasıl da saçmaydı varlığımın yanında. Fenerle aydınlatılmış yolum, kutsal kitaplarda bahsedilen yol değil, suni bir hayat bizimkisi, suni teneffüs gibi, yalandan öpüşmeler, öpüşenlerin dudakları kendilerine ait değil, öpüşen bedenlerin içinde kendi ruhları yok, muhtemelen başka ruhların içinde dokunanlar. Herkes dokunurken, başka bir hayal kuruyor genelde, kimse göründüğü yerde değil. Ben de değilim, burada görünüyorum ama buraya ait değilim, uzaklara benim aidiyetim, ellerim yanında olduğu zamanlardaki gibi soğuk, kollarımı arkama saklayabilsem, sana yepyeni eller sunmak isterdim, başka ellerim yok, bunlar da çok üşüyor. Kollarımın bir çift olması yalnız olmadığımı kanıtlamıyor, çift olan hiçbir şey kanıtlayamaz yalnızlığı ve suskunluğu.

Artık sana uzanan şiirler yok, boylu boyunca uzanıp uyuduğumuz o son gecenin ertesinde sustu tüm şiirler, sana doğru uzanan bolca ağıt var, yağmur var, karanlık var önünü göreme diye, sana doğru uzanan koskoca bir yalnızlığım var, kollarında ölecek kadar. Kusurum sana yetişememek, hastane odasından biraz daha erken kurtulamam, kusurum doktorların beni hep daha fazla uyutması, uyuyunca büyümeyeceğimi zannetmemdi kusurum. Biraz daha erken çıkabilmem için o koğuştan, daha mı erken doğmam lazımdı? Yazgımın kusuru o yaşta yakalanmış olmamdı, sana yakalanmak gibi, saklandığım yerden o bin ismin manası gibi aklıma “dank” edişin ve aynı şiddetle yüreğime çarpan bir şey, ellerimin buz tutması, benim beceriksizliğim tam konuşacakken beynimdeki uğultunun susmaması. Külden epey uzaklarda cümlelerim, çoktan yandığım duruyor yanında. Sızlamalarım kızgın kumları andırıyor, suskunluğuma toz kondurmuyorum.

Sesinle kulaklarım arasındaki mesafeye ömür biçebilseydim yaklaşmak diye bir şey olurdu yanı başımızda ve o zaman kış bu kadar şiddetle vurmazdı yalnızlığı yüzümüze. Parmaklarınla saçlarım arasındaki mesafeye dünya sığar. Saçlarımın dibinde parmaklarını arıyorum, ellerin yok, hiçbir şey hayal ettiğim gibi değil, ama hayal kurmaktan vazgeçemiyorum, hiçbir şeyin umduğum gibi olmadığından beri başka türlü ummaları umuyorum. 

Masum bakışlarımın ardından, suçlu bir suskunluğun vardı, ellerin yanımda olmadığı için suçluydun, geri kalan her şeyi yok etmek istiyordum. Bu nedenle belki ben de suçlu olabilirdim, eşit olurduk. 

Kuşların kanatlarından öğrendim uzaklara gidebilmeyi ve kanatlarındaki sessizlikten öğrendim, kırılmanın ünlemsiz olduğunu, kaybolduğunda yalnızca yokluğundaki belirginliği öğrendim, boşluğumdan. Varlığımın anlamı olmadığında yokluğumun boşluğu oluşmuştu ve tek ünlem buydu, şaşkındım!

Islak kumlar topladım, sahil kenarından, hafifliğimi en aza indirerek ağır olmak istiyordum. Böylece uçup, gideceğim gerçeğini akıllardan silecektim, bu hayatımda soru işareti olarak kalacaktı. 

Ağırlığın yalnız omuzlarda olmadığını yıllar sonra öğrendim ve yine diğer yüklerin görünmediği ama görünse sırttaki yükten daha fazla ağırlık yapabileceğini de öğrendim. Hiçliğim karşı kapıdaki o boş askıda asılı duruyor, yazgımı tozlu raflarda bulamıyorum, nemli bir bezle geçiyorum geçmişin üzerinden, geriye kalanların daha net görünmesini umuyorum. Yeni bir şey olsun istiyorum, ama sabrımız yok, eskilere gösterdiğimiz cesareti yenilerde bulamıyoruz, korkağız biz aslında, okuduğumuz kitaplar bizden daha cesur. 

***

Hayal kırıklarım saç kırıklarımı da geçti, uykusuz kalan gecelerim yüzünden sabaha hep yatıya gitmek istedim, yalınayak. 

Yağmurun altında sabahladı döşeğim, ağlamaktan farksızdı, gece kördü, kimse beni görmüyordu, annemin kendi elleriyle ben çok küçükken yaptığı o döşek, sırılsıklam oldu, beni artık hiçbir şey ısıtamaz, kimse durduramaz hastaneden kalma, korkulu iniltilerimi, ben her şeyin hesabını o kadar küçükken ödemişim ki, kimse hesap soramaz bana artık, kalmadı inanmak için yaktığım zamanlarım, yok pahasına harcadığım hayallerim kalmadı… İnanmak on dördümde ne çoktu, yirmi dördümde azaldı, inanmak inandıkça kendini yiyip, azalan bir şey. Onumda şaşkınlık, onsuzluğumda ölmeyi dilemek, yirmimde yepyeni şeylerin, önceki hayatımdan kalma eskimişliği ve garipliği, zayıflığım… On dördümde erişemediğim çocukluğum, on beşimde eremediğim, farkına varamadığım gençlik denilen o hızlı kan. Sanki hiç dolaşmadı vücudumda, her şey ne kadar erken oluyorsa, ben o kadar geç varıyorum hiçliğe. 

Anlam bulduğum şeyleri yanıtlayamıyorum, benim cevaplarım anlamsız, soysuz, şanssız gibi, cevapsızlıkta boğuldu benim sonsuzluğum. Hüznün ne renk olduğunu düşünmekten çok, karar vermekle yitirdim en hüzünlü zamanlarımı, sarı sokaklarda yankılandı yüzüm, dağıldı, bana en çok soğuk, rüzgârlı geceler vurdu, bulutlar haram değildi. 

Bulutlardan, tam akşam güneş batarken, pamuk şeker yapmakta zavallı çocukluğum, gerçekten de erişemeyeceğimiz yerlere saklamışlar, çok yukarılara kaldırmışlar hayallerimizi. Erişemedim, erimek istedim, yağmurla birlikte karışıp, toprağa bulut olmayı istedim o pamuk şekerler gibi, ilkokulda öğrenmiştim bu işlemi, o günden beri de unutmadım. Ama unutalım geçmişi, aramızda olmayanları, olmayacakları, olamayacakların yasını tutup, bir tek çocukluğumuz kalsın aklımızda, o zaman belki geleceğe umutla bakan, temiz ve iyi çocuklar olabiliriz. 

Küçükken okuma-yazma bilmiyordum, ama dünya şimdi sanki harflerden ibaret, suskunluğumuzu bile üç noktalar tamamlıyor. Süresi gelen sevinçler boğazıma diziliyor, ben ne zaman tıkansam sen gelirsin aklıma, unuturum boğazımdaki düğümü bile, çözülürüm, oracıkta ya da burada, yer fark etmez. Mühim olan çözüldüğüm, erdiğim, eridiğim, bulutlara karıştığım zamanlarım, önemli bu. 

Zifiri bir karanlık yokluğun, karanlıkta okuyamamak gibi, saçma sapan bir imlâ hatası gidişin, altını çizemediğim, bayramlarda ağzımı tatlandıramadığım, çayı şekersiz içişim, kahveyi tek şekerle bitirişim, ucu her daim açık bir parantez, içini dolduramadığım. 

Mezarıma şimdiden pamuk şekerler dikiyorum, tahta, uzun, ince saplı, biliyorum ben öldüğümde çocuk olacağım ve erişeceğim bu sefer, tüm imlâ hatalarının canı cehenneme deyip, o hiç binemediğim on sekiz vites bisikletime atlayıp gideceğim.


On Dokuz Aralık İki Bin On Dört 17 00
Nevin Akbulut

Hiç Kimse Kuşu



İlk defa belki de başlığımdan bu kadar eminim, ne zaman bir şeyler karalamaya kalksam başlık hep gizlidir sonunda gösterir kendini, ama bu başlık ilk defa böyle yazıdan önce gelip, kondu paragrafın en başına, bir kuş gibi, kanatlarını belki de az önce gökyüzüne gitmek için ihtiyacı olan birine bıraktı, emaneten, o zamana kadar belki de bu yazı biter ve bu sayfada kalır bu kuş.

İsmim bir kuş olsaydı ve adım bedenime uçmaktan başka anlamlar yüklemeseydi, malum uçunca her şey hafifliyor, ruh bile. Bu hafifliğin ağırlığında ezilmek isterdim, yağmurdan başka beni üşütecek bir şey olmasaydı…

Üzerimde bu dünyaya ait bir şey olmasın istiyorum, yukarıdan bakınca yağmur insanları sarı giydiriyor, aşağıdan bakınca, yukarısı pek mavi, üzerimde öyle süslü, işlemeli elbiseler yok, yine de memnunum hâlimden, kalorifer sıcaklığını andıran eşofmanın içinde rahatım evimde gibi, oysa bahar desenli elbiseler düşlüyorum, her akşam yatmadan önce, hasır şapkamla tatildeyim. Her şeyi boş verip, kedi tembelliğini düşlüyorum, kedi rüyaları görüyorum, kedi gibi korkuyorum. Omuzuma konan kuş gibi olmak hayali ne uzak, sonra hiç kimse olmak istiyorum, adımın anlamından uzaklaşıp, bambaşka bir şey hatta hiçbir şey olmamak istiyorum. 

Onu düşünüyorum, annemi, babamı, okul arkadaşlarımı, annemin okula giderken başıma kondurduğu kurdelayı, bembeyaz bir güvercini andırıyordu, fotoğraflardan biliyorum, kuş konmuştu başıma, sonra başkalarını, başka şeyleri, hep üzerimde olmasını istediğim, hayalimde defalarca diktiğim fırfırlı elbiseleri, sonra en eskiyi, seni düşünüyorum. Bir daha kimseyi böyle düşünemeyeceğimi biliyorum, düşünmek seninle özgürdü sanki oysa ne kadar düşüncesizlik ettik.

Alakasız şeylerin bile sana benzemesi, beynimde yarattığım mucizeden başka bir şey değildi, yüzünü ellerimin arasına alıp, sonsuza kadar bambaşka şekle sokmak isterdim, o zaman belki hayallerimden de kurtulurdum, yüzünü yok etmek isterdim, ellerimin arasına karanlık bir şey yerleştirirdim, kararırdı yüzün, yüzsüzlüğümüz olurdu bu da, kendimden çok senin yüzüne baktığım için, birbirine denk gelmeyen iki ayrı kentiz biz. Birimiz suçlu, diğerimiz adının yüküyle ezilen, sarsılan, boğulan bir şey, incindim, bilinçsiz zamanın karşısında, en çok aynanın karşısında delirdim. Daha da delirebilirim, bir kuş konmazsa omuzuma, kendimi alıp, gidemezsem uzaklara, ya gideceğim ya da öleceğim başka yaşamak yok bana. 

Bazen kolumun üzerinde nedensiz ağırlık hissediyorum ama bu hissin bir nedeni var mutlaka, saçlarıma yağmur hissi yüklediğimden beri, çirkinler. Nedeni var çirkin olmayı istememin ve gitmeyi dilememin. Büyüdüğüme bile tanıklık edemeden büyüdüm, içimde o yüzden büyümeyen bir çocuk var, yaşadıklarım bilinçli ve akıllı, yerli yerinde hareketlerim ama onun dışındaki her şey bilinçsiz ve karanlık, ayna bile. Yüzünü yok etmek istediğim herkesin yerine, aynaya bir karanlık fırlattım, yumuşaktı, kırılmadı ayna, yüzümü kırdı, yüzüm kayboldu, gözlerimi uzaklarda kaybettim, belki de gökyüzünde. Sağanak yağmur bu yüzden hep, ağlamaklı bu şehir, sessiz susmalarla birlikte…

Yavru bir salyangoza cızırtılı radyomdan müzik dinletmek isterdim, biliyorum herkes bilinçsizce süzüyor beni, benim tek istediğim süzülmek buralardan, anlamıyorlar biliyorum. Şarkının adını salyangozun adına vermek istiyorum. Yavru daha, büyüyecek, şarkılar kadar büyüyüp, dinlediği şarkılarda dinlenecek. 

Kendimi kaldırımlara vurmam çabasız, yağmur yağınca her şehir yeterince ıslak, ağlayınca herkesin kaçışmak istediğiyim ben, yağmur gibi, şemsiye kullanan insanlardan biliyorum, kimse ağlayanı dinlemek istemiyor, kimse ıslanmak istemiyor, rüzgârlı havalarda kimse deniz kıyısında oturmuyor ve vapurda kimse dışarı çıkamıyor kış günlerinde, o yüzden ben daha çok ıslanan yerdeyim, küçükken ayakkabılarımla su birikintilerine basmak gibi çocuk sevinci içimdeki, suyun sıçrayıp, beyaz dantelli çorabıma bulaşması, her güzelliğin içinde minicik bir iğrençlik, ama seviyorum, katlanabilirim, katlanılmalı. Herkese dokunacak şarkılar söylemek isterdim. Suskunken insan, daha çok şey söylemek istiyor, hele bir de kuş bekliyorsa omuzu, beklediklerinden başka kimsesi yoksa birinin, beklediklerine yükler tüm yükü ve anlamı, zamanla anlamsızlaştığını bilse bile, bu ezberi bozamaz.

Eksiz kelimelerin, eksik cümlesiyim, bir romandan düşmüşüm, hayatla orantısız, acıdan muafım, gülün yanında, dikenin lafı olmaz. Takısız ve taklitten yoksunum, oynamayı bildiğim en iyi oyun saklambaçtır o da oyun değildir bana göre, boynumdaki boncukları önemsiyorum ben, onun dışındaki birçok şeyi önemsemiyorum. 

Yanlış açıklamalara karşı bir kastım yok, yanlış kullanılan cümlelere bile saygım var, kipi yok saatlerimin, akrebin işine karışmıyorum hiç, yakınmıyorum da, o da beni acıtmıyor. İyelik hakkımdan vazgeçip, iyiliğini istiyorum kuşların, kedilerin bir de küçük salyangozun, soru işaretleriyle doluyum, hiç birini cevaplamıyorum, cevaplarıma denk düşmüyor sorular, orantısız bir hikâyenin kenarında yaşıyorum soluk soluğa, karantinadan bağımsızım, kendi hayatımdan muafım. 

Bizi ayırmayı isterdim her şeyin içinden, bambaşka bir yerde sürgün, bu bizim özgürlüğümüz olurdu, biz diğer şeylerden ayrılamadığımız için bu dünyanın içindeyiz, yağmur kadar koşabilseydim, belki yetişebilirdim geç kaldıklarıma, geç yaşadıklarıma ya da hiç yaşayamadıklarıma. Ellerim o batık çamurdan kurtulamadı bir türlü, tırnaklarım kırılıyor, kemiklerim çubuk kraker gibi bazen, kalbim en kırılgan yanım, gözümü kararttığımdan beri çitlere takılıyor ellerim, istediğim bahçelere giremiyorum, istediğim yerlere gidemiyorum. Tek kirlilik oynarken kanayan dizlerimiz olsaydı keşke, hava çok kirli. Hava bile zor geçer mi insanın soluk borusundan? Geçerken batar mı? Batıyor, hava bile batıyor artık bana. 

Anneannemin dizinde basma elbiseli düşler kuruyorum, anneannemin yanında daha da eskiyim, açma gibi açan o sıcak yüreğiyle sobamız yanmayalı ne çok oldu, odalar yemek kokmayalı, rutubete yenik düşeli yaşamak, evlerimiz çürüyor ve elimizden hiçbir şey gelmiyor, düşlerde ısındığımız sürece, gerçek hayatta üşümemek mümkün değil. Birkaç anıyı saklayabilseydim keşke, hayallerden öteye gidebilseydik, bir sandık olsaydı, en değerli bulduğum anları kaybetmemek için sarıp, sarmalasaydım. 

Kendimi bile tanımadan, kimse olsaydım, hiç kimsenin penceresine konmadan, kendi omuzumda yaşasaydım ama bilmeden, kendimin ben olduğunu bilmeden. Tanıdıkça acemileşen bir şey içimde, tutuk, yitik, eksik, ifaden dağılıyor, renkler çoğaldıkça gözümün önünde, çocukluğum arka bahçenin çitlerinde takılı kaldı, işte o zamanda kalıp, kurtarmak isterdim ellerimi, o zaman böyle sert zemine düşmezdi çocukluğum, böyle bir yer etmezdim dünya üzerinde, belki hazır yükselmişken, hiç kimse kuşu havalandırırdı beni, belki o da acırdı hâlime, bir işaret kadar sessizim, konuşsam anlamsız kelimeler dökülecek, yine kimse anlamayacak beni, karşımda bin tane soru işareti, doğup, çoğalacaklar, çocukluğum anlaşılacak. 

En önemlisi yüzüm bilinecek, sözlerim değil.



Yirmi Altı İki Bin On Dört 13 40
Nevin Akbulut