Yaratılırken
keşke hep çocuk kalmayacağımı söyleselerdi ya da en azından sırtımı yüzüme
çevirebilseydim, bebeklerim kaybolmasaydı mesela, onların kırılmasaydı kolları,
bacakları ya da tüm bunlar olacaksa, güzellikle yaşamak mücadelesini bırakırdım
kuvözde. Burnuma salınan o ince hortumu pekâlâ dolayabilirdim, minik pamuk
ellerimle boynuma. Serçe parmağımın esnekliği kadar turkuazdı gözlerim,
aynalardan korkuyordum, başka güzel bir şey yokmuş gibi sarılıyordum kendime, belki
de yoktu gerçekten, herkes kendini mutlu sanıyordu etrafımda, benim ağlamama
neden gülüyorlardı anlamıyorum. Çivit mavisi bir duvar, yoklukla aramda, kitap
okurken aklım başımdan gidiyor, gözleri hiçbir anlamı taşıyamayan sisli düşler
gibi, gri. Ben hiç olmayacak değil de olmayan birine tutkundum. Yalnızlık belki
de sırf bu yüzden güzel, eğer bu kadar yalnız olmasaydım, tutulamazdım onun
yokluğuna, yüreğime uyguladığım sansür, kulaklarına ulaşabilseydi keşke,
uğultuyu duyup, çocukluğumu bu kadar hırpalamazdım…
Hayallerini
sahiplendim, senin iyiliğin için kendi kötülüğümü seçiyordum, bu bana iyi
geliyordu, seni çok sevmemdeki o dinmez huzursuzluğu, o inatçılığı hayatımın
başka bir alanında hiç hissetmemiştim, o batışları her gün hissetmek bana
yaşadığımı anlatıyordu. Dilim çaresizdi, tam gerçekleşeceğin anda, hayal
olduğuna inanıyordum, en çokta yokluğuna, ben yokluğundan başka bir şey
bilmiyordum.
Eziyetli
ülkelerin birinde, masal gibi bir işkencenin içinde, belki birileri sırtlarını
yüzlerine çevirip, konuşabilmeyi başarmıştır, birileri ilk defa belki arkasına
güvenmiştir, birileri sırtlarıyla kucaklaşmanın sonsuz iyiliğini
hissetmişleridir yüreklerinde, ama ben, öyle beceriksizim ki…
Dolanarak
tam bir ömrü tamamlamış gibi yorgunum, kim yaşamıştı benim ömrümü? Kim
hayatımı? Kimin bitkinliğini sahiplenmiştim bu kadar, kimin haklılığı için
kendimi bu kadar suçlamıştım…
Dünya
dönüyor hesapsızca. Yine de hesaplıyorlar akşamı, sabahı, kurallarına göre
yaşanıyor tüm günler, gündüzlerini bitirmiş, akşamların esiri gibi bir şeyim. Geçmişten
gelen ıstırapları hiçbir zaman kazanca dönüştüremedim, en değerli harcamalarım
yalnız kelimelerdi, içimde bir şeyler demlendi, yaşamını tamamladı ve ne
gariptir ki, senden bu kadar uzakken bile sana benzeyen hissiyatımın
perdesinde, saklanıyorum, senin gözlerin bana bakamamaktan değişiyor, benim
yüzümde yaşlar, uzak bir mesafeden birbirimize benziyoruz…
Kelimelerden
bir rüzgâr ürpertiyormuş bizi yalnızca, laftanmış her şey, koca kelime
mezarlığı…
Yeni
günlerin heyecanını eski anılar sahiplendi, gökkuşağı bir telaş sarıyor rafine
umutlarımızı, gizli tüm sevinçlerimi paydos ettirdim, rahatsız bir “keşke”
kelimesine yenildim. Saatler geçmesin diye uyumadığım gecelerde, odamı
kararttım, saati göremediğim sürece kararacaktı zaman ve duracaktı, saate
bakmayınca zamanın daha hızlı geçtiğine inanmıyorum o beş dakikadan beri,
geceyi kararttım. Yaralarımı sevme nedenim yaralamandı, laflarının açık ucunun
durmadan batmasıydı, tazeydi bu, saatler geçse de…
Benden biraz
zaman isteyenlere komple verdim tüm zamanları, iade ettim arayı açtıklarıma, o
zamanı. Benden şans isteyenlere, avuçlarımı açarak gösterdim, bende artık bir
şans kalmadığını, seçimlerimin yanlışlığını anlayabilirsiniz hayallerimin
çıtırtılarından, betonarme apartmanlara çiçek isimleri koymanız gibi saçma her
şey, bir aralık isteyenlere, tüm ayları verdim, artık verecek bir şeyim
kalmadı, benden ne zaman isteyin, ne de izin…
Sen yalnızca
karşıma önceden çıkan bir harftin
Hikâyeyi başkaları tamamlıyordu.
Kendi
kollarımla kendime sarıldığımda, ellerini aldattığım bir yalansın, kendime
sarıldığımdaki huzuru da senden çaldım, tek suçum yalnızlıktı, yoktum, yoktun.
Gelip geçici düşlerden ileriye gidememiştik, kendi ellerimle seni yazdığım bir
hikâyeydin, fazla uzağa gidemezdin, üstelik
yalnızca benim hayallerime mâl olmuştun, sen içimin
en tanıdık yabancısı, sana sensiz de yandığım olmuştur.
Nevin Akbulut
İki Bin On Beş Belirsiz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder