Aklımın kuşları,
burnumun çiçeği, hangi bahara geç kaldı da, soldu? Ne renk donduğumu bilmeden
bekledim, soludum, soluklanamadan. Tek nefeslik canımı bir bahara hibe ettim,
şimdi susacak şeyleri yazıyorum. Sustuklarım da içimde birbiriyle kavga ediyor,
uzun zamandır ruh gibi dolaşıyorum, tüy gibi hafiflemiş hissediyorum, bu
dünyada az daha kalmışlığın göstergesi bu, derecesi yok acı çekmenin ve
suskunluğun.
Yaşadığım zaman
bir sezon finali, bardağı ağzımdan önce şakağıma dayadım, çok içli sesler
duydum içinden, içimden duyduklarımı sustum. Çiçeği burnumdan önce boynuma
değdirdim, hayatta değmeyecek şeylere önemli bir miktar değer verdim, sonra bir
gün hayatın birdenbire saçma sapan biteceğini öğrendim, bir gün ansızın
boğazıma takılan herhangi bir şeyin kabuğuyla, böyle saçma sapan bir zamanda
öleceğim, sonra saçmalık olacak bu, son saçmalık.
Bir gün birisi
gelecek, tüm gidenlere inatla ve ben ondan soracağım tüm hesapları, tüm
sorgularımın cevabını verecek ve o da geçip gidecek herkes gibi. Geçmiş zaman
eklerimin arasına karışacak.
Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu,
kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici.
İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi
üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden
geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime
kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum,
sokaklar dâhil.
Yanımda öylesine
durduğunu, en çok iğreti duran bira şişesi biliyordu, ona soran olsa anlatırdı
ama kimse sormadı, o da sallanmaya devam etti. İçinde bir şeyler
çalkalanıyordu, kalbi durdu duracaktı, biten şişenin en dibindeki o tümseğin
üzerindeki son atışlık kalbini bir kez daha tuttu, sonra şişeyi kırıp, bir adama
vermeyi düşündü, düşünür düşünmez hata ettiği anlayıp vazgeçti, zaten hayatında
birçok şeyi yapmaktan çok vazgeçmesiyle tanımlardı kendini. Kalbini bir adam
yerine bir kitaba verdi, tek bir kitaba, yüzlerce sayfası olan, sayfa sayıları
ömrüne eşit bir kitap. Sanki her şey layığını dulmuş, her şey eşitlenmişti…
Gülmekle ağlamak
arasında, tam neresinde olduğumu bilemediğim bir yerdeyim, sanırım gülmeye
biraz daha uzağım. Kalem ucuyla sigara yapan çocuklardık, parmak uçlarımda
yürümekten bastığım yerin ne olduğunu bilemedim. Her şeyin ucunda ya da sonunda
gibiyim. Birilerinin arta kalan hayatını
sürdürüyorum, bizim fikrimiz ne olursa olsun, hayat açılmamış bir kutu olduğunu
zannediyor ve biz hep o ezberi yaşıyoruz, yaşanılan ezberi, hâlâ saçma
umutlarla uyuyup, sabah uyandığımızda bambaşka bir hayatımız olduğunu
zannediyoruz, her sabah yeni bir umutsuzluk, eski bir hayal kırıklığı… Yine de
vazgeçemiyoruz, umut etmekten, çünkü her ne kadar bize rastlamasa da bir
yerlerde birinin üzerine umutlardan dilekler yağıyor, dünkü hayat, bugün
ağlamamalı, yağmur hariç yüzümüz ıslanmamalı.
Bizim yüzümüz
yolgeçen ağlaması değil ki. Duvarlarımda saklanıyorum, dünyaya ters bakan
biriyim ben, yönüm farklı olabilir ama kimseye yüzümü, sözümü çevirmedim.
Yastığımda kelebekler uyuyabilir, yüzümde balıklar ıslanabilir, beyaz göğsümde
kuşlar yuva yapabilir, sadece bu kadar, evcil olmayan duyguları öğrenmeye
çalışıyorum, yaşadığım, yaşayamadığım şeylerin şimdilik provası.
İçimdeki
tereddüde roman yazılırken, acısız ve yarım ağızla anlatabilir misin beni, hiç
dokunmadan?
Her bir gelişin
aslında gitmek demek olduğunu, sırf bu yüzden seni delice beklerken, aslında
hiçte gelmeni istemiyordum içimden. Gelmekle beklemenin bakiyesi ödenemeyecekti
hiçbir zaman. “Tekirdir o” dediğim bir tekerlemenin yuvarladığı bir şey gibi hissediyorum
kendimi. Uzunca bir süre balıkları izledim, sonra her yağmur yağdığında, dışarı
çıkan salyangozların, çoğunlukla uğradığı kazaları, tükenmez kalemle avucuma
çizdiğim her şey tükendi, içime kadar tükendi, ne yoksuldu ellerim, ne
kimsesiz, zavallı bileklerim, aklımı da işin içine sokup neler yapmadılar…
Vücudumda duygular fazla, vitaminler eksik. O yüzden bir
şeylerden, bazı şeylere fırsat kalmıyor, bazı şeyler sığmıyor bünyeme,
hazmedememek bu olsa gerek. Hâlâ bir kuşun sessizce beni alıp, gökyüzüne
götürmesini bekliyorum, burası uzun zamandır son durak ve kuşlar geçmiyor.
Çok içtim, çok
kustum, bir sürü sustum, biraz da ağladım. Geriye parçalanmayan tek şey,
dövmelerim ve hüznüm kaldı, biraz da rezilliklerim. İçecek bir şey kalmayınca,
susacak da bir şey kalmıyor…
Zavallı aklım,
kalbim devreye girdiğinde nasıl da kaçacak yer arıyor, aklımı kaçırıyorum
kalbimle. Mesafelerin en yenilmez çağı bu, bir bedenin içinde iki ayrı dünya,
iki kişiden olur da ayrı dünyanın insanı, tek kişiden de olur muymuş? Köprünün ışıklarına
bıraktım aklımı, karşıya geçerken, içim geçiyormuş gibiydi. İçimdeki köprüleri
önce yakmıştım, onlar da hâliyle yıkılmıştı, bir şey yaparken, iki şeye
sebebiyet vermenin meselesi bu, tıpkı insanın kalbi kırılırken başka yerlerinin
de sızlaması gibi, kalpte bir çarpıntı, bir patırtı, bir dışarı taşma hevesi
ama ağrılar, onlar tam da belirgin işte, görünür gibi geziniyorlar.
Aklıma dövülmüş
kurşun sıktım, kalbim tam da onu sevdiğim anda girdiği şoktan kurtulamamış gibi
öylece kaldı, başka bir şey yapmadı. Yaşanılanlar fotoğraf gibi kaldı, anılar
hâlâ canlı, can çekişme gibi olsa da, bir hayret, bir başkalık oturdu yüzüme,
ellerim uzun zamandır tedirgin, gözlerine merhamet uğramamışlardan imdat
dilenmek gibi, çaresizliğin keşke bir sözlüğü olsaydı, tabiri caiz olmayan. Ölürken
tam o son hayali yutmuş da doymuş gibi bir açlık içimdeki, neyin devamını yaşarken,
neleri bitirdiğimin hesabından yoksunum ve ondan vazgeçemediğim şeyler var,
insanlar konuşunca anlamıyorum ama şarkı söyleyince anlıyorum. O yüzden göğüs
kafesimde beslediğim kuşa durmadan şarkılar öğretiyorum.
Altı Ekim İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut