Henüz
yazılamayan bir romandan sesleniyorum sana; yalnızlık fazla geldi, hayatımı
ucuz romanlara adadım. Gittiysen
bilmek istemem ama öldüysen muhakkak bilmek isterim, önce saçlarımı sonra da
bileklerimi keserim... Hayatımın tam orasında, "ne işi var?"
dediklerim var ve bir de "niye hayatımda yok?" diye çıldırdıklarım,
bu çıldırdıklarım bir gün bu yokmuş gibi davrandıklarımı tüketecek biliyorum. O
zaman tamamen yalnız kalacağım, kocaman soru işaretleriyle dolu bir boşlukta.
Soru şeklinde geri dönen şarkılar var, dinlemeyi bıraktığım hâlde...
Alnımdan
eksilmeyen yara bandı ve aklımdan geçen deliliklerle ta o zamanlarda nereye
gideceğimi bilmiyordum. Dizlerimden de yaraları eksilmeyen bir çocukluğumun
üzerinden çok zaman geçmesine rağmen, dizlerimdeki o kapanmayan yaraların,
dizelerime bulaştığını fark ettim. İlham veren şarkıların uzaklardan gelen
ezgileri, gönlün penceresi ardına kadar açıkken, nasıl da şairdi gece ışıkları.
Dizilip, duruyorlardı, onların dilini anlamak için, dizeleri okuyabilmek için;
görmek, yürekle hissetmek yeterliydi, okuma ve yazmanın da yetemediği şeyler
vardı. İlkemin üzerine kurduğum bağdaş, dizlerimi o yaralardan kurtardı,
kulaklarıma çarpan müziklerin, parçaladığı seslerin içinde kırılan bir şeyler
vardı, yine de sisler kırılmıyordu, tam tamına düz olmayan, biraz yanlış gelen
ve biraz da serinlik, yetişemediğim yerde bir soluk alma ihtiyacı için, başımı
gökyüzünde bulmam, bir derinlik. Güneş ile arama çekmeye çalıştığım perdeler,
kimsesizliğim duruyor köşe başında. Kimsesizlik yönünden oldukça varlıklıyım,
tam tamına yarım yamalak. Kuruyan şeylerden temizlenme vakti, nihayet. Kurumuş
duygulardan ve gül yapraklarından.
Saçlarımın
çözemeyeceği bir şey yoktu, şiiri açıklayamıyordu gözlerim. “Niye geldim ben
şimdi buraya?” diye kendi kendime soru cümlelerimin içinde gizli ve esrik
cevaplarım vardı. Bir daha o eli tutamayacağın için, diğer hiçbir ele de
güvenip, yine tutamayacağın için öyle saçma şeyler söylüyorsun ki ellerine.
Saçların da dinlemiyor zaten seni uzun zamandır, sen de onları
cezalandırıyorsun, bir kitabın içindesin ve sayfalarını bile anlamıyorsun.
Denizin dibindeki incilerin balıklara vuran seslerini dinliyorsun, var ya da
yok umurunda değil, kuşların kanat çırpınışlarına büyük hikâyeler yüklüyorsun,
kuşlar ülkesi hayalleri kuruyorsun, her defasında da bir enkazın altında
sabahlıyorsun, sabaha sağ çıkamamayı bekliyorsun küçük heyecanlarla, büyük
sorunlarla yine ayılıyorsun. Yinelenen şeylerin yenilerle ilgisi olamadığı hâlde…
Bedenime çarpıp, kaçan hayretlerin sesiyle irkiliyorum, uzun zamandır bu kadar
üşümemiştim. Bir veda salgını yayılmıştı yüreğime, kurtulamamıştım.
Acilen bir
şeyler yapmam gerekiyordu, saçlarıma kızdım tek hastalık ve hata onlarmış gibi…
Hep ya da çok
olmalıydı her şey. Azı olmuyordu, az dökülmeler, birazcık kırılmalar
yetişmiyordu yok etmek için. Çok kestik, çok ağladım, çok acıdım, çok sızlandım
ve sonunda çok yoruldum. Ölmek gibi bir şeydi, ölüme biraz daha yaklaştım ve
biraz yaklaşabildiğim için yine kendime kızdım. Zaten bu dünyada kendimden ve
saçlarımdan başka kızacak kimsem yoktu ki, ellerime kızamazdım çünkü onlar
zaten bir ölü kadar soğuklardı, gözlerime de kızamazdım çünkü hâlâ çocuk
gözleriydi onlar, umutlu bir sabah gibi uyanıyorlardı her gün yeniden, bir
vakit bile yetmiyordu heveslerinin kırılmasına, kırılıyordu öğle olmadan.
Keşke kendimi
bir kolinin içine saklasaydım, üzerine kızgın harflerle “Dikkat, kırılabilir!”
yazsaydım, çocukluk daha kolay sığardı bir kutunun içine. Ama büyüklük ya da
büyüyememişlik, büyümüş görünüp, kırılmaktan büyüyememiş birisi bir kutunun
içine kolayca sığamaz. Sığsa da yabancılık hisseder, kendimi bile tanıyamadığım
zamanlar varken ve ben kendimi bile çoğu zaman başkasıymış gibi anlatırken,
kendime bile yabancıyken çünkü çocuklar kolayca her şeye uyum sağlayabilirler,
ben o kıvrımlarımı yitirdim, kıvraklığımı ve becerilerimi de, sert köşelerim
oldu şimdi. Sevgiden çok, merhameti arar oldum.
Senden
soğuduysam
Ben artık
kendime bile ısınamam!
Değerlendirmelerimin
değerinle bir ilgisi yok. Lavaboda kırılan cam bardağın keskin parçalarının,
lavabonun küçücük gözlerinden geçmeye çalışması gibi, boğazımdaki yutma
mücadelesi, boruları parçalıyor cam kırıkları, uzun yıllar büyüyen boğazımdaki
düğümü bir jilet çözdü, kesmeye başladı içimi, tüm kanım boşalana kadar bu
böyle devam edecek. Yaşadıkça, hazmedemediğim şeyleri geçirmeye çalışıyorum
boğazımdan, olmaması gereken şeyler oluyor. Yaşamak tam da böyle bir şey
sanırım. Olmaması gerektiği gibi oluyor birçok şey.
Daha fazla
dolanıyordu ellerim birbirine, elimdeki her şeyi düşürüyordum, tutamıyordum, en
çokta yüreğimi. Sürekli üzerime çay döküyordum, yanıyordum. Ona bakamadığım
zamanlarda gökyüzünü özlüyordum. Yanmalarım sanki bakabilince geçecekmiş gibi
geliyordu, tüm acıların hesabını ondan sormak istiyordum, özlemlerimi onunla
dindirmeyi istiyordum, sanki dinecekmiş gibi. Bunların bir sonu olduğunu
biliyordum, son olsun istiyordum, bu defa son, ama çaresiz devam ediyordum,
düşünmemeye çalışıyordum. Düşüncelerimin çaresizliğinden çok, onun gözlerindeki
yanıp, sönen ışık yakıyordu içimi, acıtıyordum canımı, acımıyordum kendime. Tüm
bunların saçma ve küçük bir nedene bağlı olması, hırpalıyordu, yapacak bir
şeyim yoktu, öylece bıraktım. Yapacak bir şeyim olsa da gücüm yoktu zaten.
Paragrafın hatalı yerinde birdenbire
karşıma çıkmış gibisin. En az senin kadar şaşkınım ve karışık. İnsan yeri
geldiğinde hayallerinden tiksinmesini de bilmeli, ben öyle yapıyorum, sürekli
bir şeylerden midem bulanıyor, ileri derecede. Ne yazacağımı da, ne yapacağımı
da bilmiyorum, seni hangi cümlenin içine yerleştireceğimi ya da bırakıp bir
köşede öylece unutacağımı, bilmiyorum. Garantisi de yok zaten ne yazmanın ne
unutmanın. Ama umudun her cümlede geçerli nedenleri var.
İnsan o anları yaşarken küçücük görünüyor
her şey. Ama ileride herhangi bir zamanda, zamanın herhangi bir yerinde, nasıl
da büyüyor o küçük gördüğümüz şeyler.
Anıları ileride bir tarihe erteledim. Küçükken hayal kurmaktan ve inanmaktan hiç korkmazdım,
mesela pilot olmak isterdim, kocaman uçağı havalandırabilecek kadar büyük bir
güce ve ilime sahip olacağıma inanırdım. Kimseden korkmazdım, kocaman binaların
tepesinden atlayarak, uçmayı hayal ederdim. Minicik ellerimin çok güçlü
olduğuna inanmıştım, kim ya da ne inandırmıştı beni hiçbir fikrim yok. Hiçbir
gücün beni yok edebileceğine inanmazdım, küçükken ne kadar da cesaretli oluyor
insan. Sonra büyüdük, önce korkuyu ve utanmayı öğrendik hatta gün oldu
hayallerimizden ideallerimizden bile çekinir olduk. Daha sonra hayal
kırıklıklarımız oldu ki, bunlar da iyice bizi soğuttu yaşamaktan. Sonra
hayaller bize yüz çevirdi, cesaretimiz biraz daha kırıldı ve tamamen bitti,
hayallerimizin tümü anlamını yitirdi çünkü anlayamazlardı kimse hayallerimizi,
diğer insanların kabul edebileceği normal insanlar gibi olmalıydık. Son hayal
de terk edene kadar gülümsedik, sonra o da soluklaştı, artık çoğumuz güçsüz bir
yarımız ölü ve ne yapabilirsek yapalım, anlamsız…