25 Ağustos 2016 Perşembe

Kül


Her akşam içevime sunulan bir tas külle yanıyorum. Yeniden doğmak diye bir deyim varsa, kesinlikle yeniden ölmek diye de bir deyim olmalı. Derdim hiç yeniden doğmak olmadı, külleri sevdim çünkü onlar çok şey biliyorlardı ve hangi eşyadan, hangi ruhtan ya da hangi bedenden kül oldukları belli değildi, belirsiz şeyleri sevdim ben çünkü belli şeylerin aslında hiçte öyle olmadığını öğrendim.

Her gün biraz daha fazla yorarak bedenimi, ruhumu dinlendirmeyi umuyorum. Ama olmuyor, diğer olması gereken her şey gibi. Sessizce, en hüzünlü melodinin içine bırakıyorum kendimi, hiçbir şey olmamış gibi, zaten hiçbir şey de olmuyor, olması gerektiği gibi… İçimde nedensiz yağmurlar birikiyor, bir solukta hepsini içmek istiyorum, ruhum uzun zamandır aç, neyle doyuracağımı da bilmiyorum, hikâyem bir kitabın saçma sapan bir yerinden ve hunharca yırtılıp, atılmış gibi hissediyor kendini, o da en az benim kadar yadırgıyor buradaki varlığını. Yağmur ve rüzgâr hakkında hiçbir fikrim olmadığı hâlde nasıl da içimde hissediyorum onları, sanki onlarla yaşıyorum ama onların benimle yaşamadığı besbelli. Tıpkı yırtılıp, atılan hikâyem gibi, küller kelimeler olmadan da yoluna devam edebiliyor. Öyle yapışık ki onlar birbirine, insanın yalnızlığını, yüzüne ve içine direk çarpıyor.

Kitaplarımın olmadığı odalarda uyuyamam ben. Ahşap ve küf kokmayan odalarda uyku uğramaz bana. Kucağımda ya bir kedi ya bir kitap olmadan uykunun kollarına veremem kendimi. Rutubetin bile anlaşılır yanı var deniz kokan şehirlerde. Kaldığım yeri bilmediğim satırlara dalamam ben, hangi şarkıyı dinlersem dinleyeyim, bağıramam. Tek yapabildiğim denize kusup sonra da susmaktı. İçimden yolu belli olmayan sular geçiyordu. Siren sesleriyle içimin sesi birbirine girmişti, ayıramıyordum. Toplumsal bir yorgunluk, bir kafama takmışlık vardı, niye böyle diye çırpınıp duruyordum. İnsan ağırlığını bilemediği şeyin, hafifliği altında eziliyordu.

Ömrüm mevsimden mevsime geçiş yaparken, kendimin aslında hiç bir yere gitmediği, bazı zamanlar aklımın durmadan durduğu, kalbimin durarak çalıştığını sanıyorum. Duymak istemediğim şeyleri anlamam, anlamamış gibi yaparım. Boğazımda biriken düğümlere yutkunmalarım yetişemiyor artık. Büyük haksızlıkların, küçük tanıklarıyız. Bazı aydınlıklar çok akşam olmuş gibi. Bazı karanlıklar kuyuları anımsatıyor.

Belki de her şeyin en güzeli, sessiz bir uykunun bastırması ve sonu hayal kırıklığı olmayan rüyalara dalmak. Bazı acıları gördükçe, yazasım geliyor ve bazı şeyleri gördükçe, yazmanın bile ne kadar anlamsız kaldığını hissediyorum.

Hayatımın film şeritleri, gördüğüm filmlerden bile daha çok gösterime girdi gözlerimin önünde. Film izlemeyi de sevmiyordum, her gördüğümde bu filmleri su içme ihtiyacı hissediyordum. Hayatımı film şeridine çevirmek için, geçerli bir senaryom yoktu, yine de zorluyordu bazı zamanlar. Işık hissi sızana kadar gözkapaklarıma bin bir soru geçiyor aklımdan ya da olay, bunlar nereye sığıyor içimde hiç bilmiyorum. O aydınlık hissi gelene kadar geçmiş, gelecek birbirine giriyor, sabah çorbaları, akşam tostlarını özlüyorum. Büyükken güldüklerimi, bebekken ağladıklarımla değiştirmek istiyorum. Doğduğumla, can çekiştiğim kareler de birbirine karışıyor. Doktorun sesiyle, annemin sesi birbiriyle aynı anda çıkıyor, ikisi de azarlar gibi, korku ve heyecanla karışık. Sabahın köründe, az daha sabah olsun diye dua ederken buluyorum kendimi. Gündüzün içinde geceleri özlüyorum, şefkat denilen duyguyu özlüyorum en çok, sanki kendi gösterdiğim şefkatten başka kalmamış o duygudan, sanki yeşil ya da kırmızı reçeteyle satın alınabilen pahalı bir ilaç ama hissetmek ne kadar bedava ve ne kadar eziyet. İllüzyonumu seveyim, hâlâ kalemi bırakmamış elinden ve inatla ayakkabılarına sarılmış, bir ayağı hep gitmeye alışkın, diğeri sanki betonla tutturulmuş. Tüm organlar gitmeyi isterken, vücut hareketsiz. Bir kolundan omzuna uzanan, eski deri siyah montu, sanki tüm bunları içeride giyip, gidemezdi. Beynim afallamalarla meşgul, ellerim uyuşuk bir kedi, daha ne kadar çaresizlik içinde olabilirdim ki… Kafamı hiçbir kafayla değiştirme niyetinde de değilim, arada uyuşsa yeter hani.

En doğru bildiğim sayının doğrultusunda, yaşamadan hayatın tahsile kalkıştığı kalbimin kıyısında yetiştirmeye çalıştığım çiçekler artık kokmuyor. Hani dara düşünce Hızır yetişirdi, bundan darı var mı bilmiyorum ama küllerimi saymaya başladım, saydıkça ağırlaştılar, ağırlaştıkça yangının dibinden kurtulma hayallerim de eridi. Gece olsun diye bekler oldum, ölmek için, bir rüzgâr bekledim, külleri savurmak için, gecikti, birçok köy sular altında kalırken… Tek ortalı, küçük resim defterine, “güneşli günler göreceğiz” resmi çizen çocuklardık, bulutlardan çok güneşe yer verirdik, hayatın da bize güneşli günler göstermesini umarak. Oraya çizdiğimiz resim değil aslında dileklerimizdi, henüz nasıl istenileceğini bilmiyorduk.

Yorgunluğumdan da mutluluk çıkarabildiğim zamanlarım olmuştu. Aynı yerlere, aynı mekânlara gitmek, hatıra biriktirmekten başka bir şey değildir. Hatıra biriktirenler de ancak gelecekte yaşanacak güzel günler tıkandığı ya da bittiği için, geçmişe yönelirler. Maziyi yakıp, yok ettiğime göre ve geleceğimin de artık geçmiş kadar puslu olduğunu görebildiğime göre, bugün bambaşka bir yere, başka bir dünyaya gitmek istiyorum. En azından umut kırıntılarımın içinde bu ümit kırılsa da duruyor... Gittiğim dünyaya, cumartesi sabahlarını da götüreceğim.

Her sabah sevdiğim bir şeyi kaybederek uyanıyorum. Bunun için her gün sevdiğim bir şeyden vazgeçmeye karar verdim, onlar benden geçmeden, ben onları bırakacağım, hatta nefret edeceğim. Nefret şu kıpırtısız bedenimde yaşam göstergesi, bir tepki. Sevgi uzaklarda oldukça nefrete sarılır insan, ben şimdiye kadar pek beceremedim, belki nefret etmem gereken şeyleri bile sevdim, uzaktan uzağa, kendimin bile farkında olmayacağı kadar titiz bir sessizlikle.

Zoruma gitti birçok şey, azar azar ama belirgin bir şekilde, zoruma gittikçe gücüm azaldı, kendimi daha az anlatma ihtiyacı doğdu, zamanla bu ihtiyaç da yerini umarsızlığa bıraktı, biliyorum bir süre sonra hiçbir şey zoruma gitmeyecek çünkü gücüm olmayacak ya da zoruma giden şeyleri artık hissetmeyeceğim. O zoruma giden şeyleri yapabilen insanlar olmayacak yakınımda veya bunun gibi bir şey.

Unutulmalarım beni sinsi zamanların alengirli sözcüklerine bıraktı, zaman aşımına uğradı sevgililik. Dilin güzel laf yapabildiğini zannettiğin kadar anlatabildiğini zannediyorsun, hâlbuki gördüm, hiç konuşmadan anlaşabilmeyi de.

İnanmak; ne büyük buhran, koca bir boşluk, inancın rengi mor, aldandığını öğrendiğin anda gözlerinin çemberinde bıraktığı izler, mor. Dünya kadar boşluğa, küçücük varlığımızı sıkıştıramadık, sığamadık. Sığıntı değil ama büyük sıkıntıydık. Bir noktalama işaretine, bir harfe bile şiirler döktürebilirdim, sustu içimin şiiri, inanmak inandırmasıyla ilgi değildi, sana yansıttığı şeydi ve ondan gelen her şey nasıl da bambaşkaydı, tek kelimesi şiir, tek cümlesi roman olurdu. İnanmak; büyük saçmalıktı, hele o saçma kelimelere, anlamlı cümleler kurmak, haksızlıktı. Sonrasındaki boşluğa bakılırsa, kelimeler bu kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyordu, boşluktan başka diyecek bir şeyim yok. Sana doğrulttuğum silah, kendimi vurduğumdu.


Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

Türkçe Sözlü Ağır Dram


Öleceğim Çünkü…

Ben hâlâ kitaplardaki küçük, gözlüklü ve meraklı kız çocuğuyum. Ama kalbimi ağzımdan kustum. Artık kitaplarda kendimi aramaktan vazgeçtim, olmamam gereken bir yerde bulduğumdan beri, kendimden şüpheliyim. Beni bulmak için bile en az bir kalbe, sağlam bir kalbe ihtiyacım vardı.

Yalnızca bu dünyaya geldiğimi not etmek için gelmişim. Yoklama sırasında buradayım ama iç kanamadan ve fazla hislilikten yok olacağım. Organlarımın birbirleriyle olan kavgaları da beni kendimle barıştırmadı, sessizce ve fark edilmeden öleceğim. Bedenimdeki güçsüzlüğü beynime değil de kalbime yormak daha çok işime geldi. Son âna kadar yaşıyormuş gibi yapacağım. Sevdiğim kitaplar, âşık olduğum romanlar da beni kendime getiremedi, delicesine bağlandığım şiirler de beni hayata bağlayamadı.

Ayağım kayıp, sürekli yuvarlandığım o bitmez çukurdan seslenmelerim de etkilemeyecek kimseyi, kalbimde taşıdığım mezarlık bedenimi de yavaşça öldürecek. Aklımın bir kısmının çalışmaması, öylece durağan kalması, beynimin bir lobunun uyuşması da yetmeyecek benim yaşamama. Hayatta kalmak için en azından her bir azanın ya da organının canlı olması gerekiyor, en azından sağlam bir kalbinin olduğuna inanmalısın. Yoksa yaşamak ağır bir yükten fazlası değil.

Karmakarışık odamı ve özenle dizdiğim, düzenli kitaplarımı bırakıp, kimselere duyurmadan öleceğim. En fazla birkaç sevdiğim şarkı hüzünlenir ardımdan, en fazla kitaplarım küflenmeye başlar, yatağımın altı örümcek bağlar, resimlerin üzeri tozlanır en fazla. Bölünen hayatımın ölünen hayattan fazlalığı yoktu, o yüzden öleceğim. Kelimelerimden başka kimseye hesap vermek zorunda olmadığım için öleceğim. Nem tutan gözlerimi de alıp, hiç bozulmadan gideceğim. Ufak tefek imitasyon takılarım komodinin üzerinde kendilerini unutulmuş hissedecekler, pamuk yorganım geceleri biraz kimsesiz kalacak ve üşüyecek, pencereyi en son açık bırakmıştım, tüllerin keyfi yerinde olacak eminim, dışarı çıkabildikleri sürece ve güneşlenebildikleri müddetçe, hepsi bu kadar. Kalbimle arama koymaya çalıştığım mesafeler bir işe yaramadığı için öleceğim. Az daha hayata aldanıp, yaşamaya direnecektim, ne büyük ahmaklık olurdu, ne gülerdim sonra kendime yaşayınca…

Hayatın zehirlerinin içine, dünyanın zehirlerinden de katmaya çalıştım, daha çabuk ölme bilgisi tam zamanında beynimde bir ışık gibi yanıp sönmüştü, Journey melodisi kafamın içini kıymıklarken, beynimi lime gibi dağıttıktan sonra karar vermiştim. Zehirlerin iyi geldiği, iyileştiren şeylerin de aslında iyi gelmediğine inanıyordum artık, olmuştum. Sabahları uyandığımda ağzımın içindeki o kötü tat, içimden mi geliyordu, içtiklerimden mi bilmiyordum. Yine de hayat kadar kötü kokamazdı hiçbir şey. Hayatı hiç de benimseyemediğimden, kendi hayatım gibi bir ibare de kullanamıyordum. Hayat herkesin genel ortak alanı ve herkese zehrini bir şekilde akıtan toplama kampıydı. Hepimiz bu bakımdan biraz ortak ama aynı zamanda herkes birbirinin aynı orantıda düşmanıydı. Masumiyeti kökünden kazındı, sırf bu yüzden bile insan daha erken ölmek istiyor. Tüm sırrım ifşa olmuş gibi ürktüm ve adım çağrılmış gibi birden sıçradım. Gitmem için her şey hazırdı ve kalmam için gereken hiçbir şey yoktu. Ben de yoktum zaten ortalıkta.

Kalabalık bavulların yalnızlıkla alakası olmadığına dair, içimden kör adamın elleri yükseliyor. İçimden dokunmalar geçiyor, ürperiyorum. Bavulları doldurunca, gidilebilir sanırdım. Yola çıkılınca kederini yanında götürmezsin zannederdim. İçimde içli oymalar, içimde oymaların içinde kaba ödemler, dekoltemden şikâyet ediyorlar, birçok göz, birçok söz rahatsız olmamı istiyor. Kokuşmuş duygularıyla, duyduklarını ve anladıklarını sanıyorlar. Benim zannettiklerim daha çokmuş sanırdım. Konuşuyormuş gibi yapıyorum daha çok susarken. Utanmanın vitamini kalmamış, gülüyormuş gibi yapıyorum. Bir çift göğsün içine sakladığım şiirlerle bir gün kuşkanadına erişeceğimi düşünüyor ve uçmayı hayal ediyorum. Problemlerimden bir dünya yarattım, düşünmek çok zahmet gerektiren bir şey. Düşünmüyormuş gibi yapıyorum, ölemiyormuş gibi yaptığım gibi. Kafam karışık, birisi sanki tatile giderken apar topar hazırladığı çantasının içine ne bulursa tıkmış gibi kafamdaki düşünceler. Düşünceler birbirleriyle geçinmeyi hiçbir zaman öğrenemeyecekler. Yine de hepsine aynı oranda adil davranıp, hepsine hak vermeye çalışıyorum. Beynimin içini eziyorlar. Güzel kafalar tümörsüz olmuyor.

Bir çift dolu göz, yarım yamalak bir ağız ve kırmızı dudaklar. Hayatımın özetini gözlerinden çıkarıyordum, yaşadığım bu kadardı. Gözümle kirpiğimin birleştiği yerdeki karanlıktaydı adın, ağladıkça silindi, güldükçe buruştu.

Yıkılmamızda hep başkalarının payı var, bizi yıkanlar, bize çarparken düştüler, biz de başkalarına çarparak ancak durabiliyoruz, domino taşları misali. Nedenlerime cevap bulamadığım için duramıyorum. Sustuklarım aslında hiç kimseyi yakından ilgilendirmediği için susmaya devam ediyorum.

İnsan kendi ıstırabına uzaktan bakabilse, o titizlik içinde ağlamayı ve silerken gözlerini gizliden sevinç ve zevk almanın tadına varırdı. Erkenden kaybedenlerin, eve geç kaldığı akşamların kıyısında sabahlıyorum. Erken mi geldim, geç mi kaldım bilmiyorum. Bazı seslerin içeriden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini idrak edemiyorum, bildiğim tek şey, beynime yakın bir yerden gelen upuzun bir uğultu. Eğer içimde bir iç varsa, cep gibi, ben kesin dünyanın dışındayım.

Hayatıma yalnızca kaza süsü vermek için gelmiştin, geçerken uğradığın ıssız bir sokaktım, üstelik kasım ayındaydık ve eylülden kalma yapraklarım dökülüyordu, son bahar mevsimiydim. Ölüp, bitmem gereken yerde sancı çekiyordum yalnızca. Sen yazı seviyordun, ben üşüyordum. Yağmurlu bir gecede, cam kenarından sızan yağmur sesime yapıştı, sesim nemli, rutubetli odalar gibi, çatallı ve sevimsiz. Uyku mahmuru gözlerim, bitkin dudağım, bitmişlik yapıştı yakama, bitkinim hem de yüzyıldır, sussam daha çok şey söylemiş olurdum...

Öleceğim çünkü yaşadığımı not etmeyi beceremedim. Hayat yoktu, renkli bir sürü yapay güller vardı, yaşamak yoktu ama tavus kuşlarının kanatları vardı, gökkuşağı yoktu ama yağmur vardı, gözlerin yoktu ama buğusu vardı, buğun bulaşmıştı içimde bir yere, her hatırladığımda gözlerim dolmadan yaşayamıyordum. Yaşamaya daha çok zaman vardı ve ben bu zamanı yaşıyormuş gibi yaparak geçirmek istemiyordum, beni anlamalarına da çok vardı. O yüzden bu zamanı anlatarak değil de susarak geçirmek istiyordum.

Doğmadığım yerden doğan güneşle anıyorum tüm zamanı, arınıyorum rüzgâr estikçe, perdeler aralanıyor, güneş var ama sıcak değil, işte bu yüzden ısınamıyorum. Aynada kendi ıstırabıma cevap bulamadığım için, derimin içinde yer eden şeylere ağlıyorum. Yaklaşamadıklarımı utanç saydılar, rengimden korkuyordum, kırmızı boya aktıkça gözlerim daha da kızarıyordu, bu kadar kırmızıyken gözler, içinden fırlayan yaşlar nasıl bu kadar siyah olurdu? Renklerin de adaletsizliği vardı, sırf bunlara cevap veremediğim için ağlamayı kestim, kendimi tutamayıp, ağladıklarımda da o siyah gözyaşlarını çok güzel sakladım. Yanaklarımda göç eden kuşlar sürüsünün izleri, aşağı doğru süzüldü her şey, bu kadar gidince umutlar, gitmeyi beceremedim. Gidenler gidince ölür sanırdım, bu sanmalar yüzünden bir daha hiçbir şeye inanamadım.


Sekiz Ağustos İki Bin On Altı 16 40
Nevin Akbulut

Yukarı Yuvarlanmalar



Allah bizi yaratmasaydı
Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

Uçuşan perdelerden sızan rüzgârı özledim, şiir yazdıran sahil kenarı fırtınalarını, önce yazdırıp, sonra kâğıtları savurmasını, yazmakla yazmamak arasındaki farkın anlamsızlığını. Savurduğu yerden o şiirden kâğıtlarla yaptığı evleri, şiirleri kutsal bir kitap gibi sahiplenişini, en çok da bunu. Kuşların ziyaretini, kedilerin karşılıksız sevgisini… Ama illâ da konuşmayı. Ruhumu sıkıp, bırakmalarını, kaburgalarımın ağzımdan çıkmasını, boğazıma batan iyi şeylerin de olduğuna o günlerde inanmıştım. Her acının aslında acı olmadığına, her okşamanın da aslında sevmek olmadığını öğrenmiştim. Özlemeni yeniden hatırladığımda artık orada yoktun, uyumuşum, uyutulmuşum, susmuşum, hiç konuşmamışım, birkaç yıl bitkisel hayattaymışım ama hiç bitki yokmuş. Bitkisizlikten ölecekmişim, bitkinmişim, yine de seni özlemeyi becerebilmenin gururu dolaşıyormuş damarlarımda kan yerine, ah’larım iç açıcı değildi, şeytanına inanmak, meleklikten geçiyordu. İçime kaçtı yaptıkların, ruhuma kadar batırdın kötülüğünü ve güzelliğini.

Eski bir paragrafa kıvrılıp, uzanasım var, uzayıp, gidesim var bu hayattan, kestirmeden. Yolu bilmiyorum, bilmediğim hâlde deneme-yanılma yoluyla gitmeye teşebbüs ettiğim yollar var. Eski zamana gidemedikten sonra, gelecek zamana da gitmenin yersizliği içinde çırpınıyorum. Hayaller kâbuslara dönüştü ve hiçbir hayal artık iyi şeyler göstermiyor, sırf bana sarılışlarını bir sandığa, geçmişteki bir sandığa saklamak isterdim. Kenarı yanmış umutlarla, aldanılan mektuplarla bunları başaramadım. Tüm yalanların içinde bir tek o yalanı özel kıldım, yalanlığını tüm gerçeklerden üstün tuttum. Tam hayattan koptu kopacak yerinde, can damarımın üzerinde öpücüklerin var, kıyamadım. Kendimi en azından bu şekilde öldürmemeliydim. Belki hatıraların biraz daha eskimeye ihtiyacı vardı, belki bizim de unutulmaya ihtiyacımız vardı, unut beni. Unut ki yeniden kaybedeyim kendimi, üstelik önceki kaybettiğimi bulamadan. Bu kadarcık zaman zarfı bile olmasın aramızda. Senden daha güzel bir yalan tanımıyorum, senden daha güzel inandıracak birini de… O zaman nasıl inandırdıysan yeniden inandır, bu dünyanın ötesi olduğuna ki ötelere gideyim. Yanılsam da inanayım, inanmasam da gideyim. Bundan iyisi kuşlar uçuyor, hayat yanıyor, umutlar tükeniyor. Bundan kötüsü olmaz dedikçe, kötülüklerin ardı arkası kesilmiyor. Bu sondu dedikçe yeniden başlıyor. Beni bırak, bıraksan da sakla. Saklayabilirsen eğer, bir parça toprakla elimi tut, o toprağın içinde elimin neresi olduğunu anlayamadan tut, inan kızmayacağım başka yerimi tutmuş olsan da. İnsan gibi tutma ama insanlar acıtarak tutuyor.

Uçurumlar özlüyor canım, yeniden. Yuvarlanmanın cehennem azabından kurtulduğumdan beri. Arsız bir telaşla, sana kapılmanın haddini aşıyorum. Gözlerinden kararsızlık geçtiğinde, tüm kararlarımdan vazgeçiyorum. Kendi canımı yakmakla başlıyorum işe. Artık aşağı yuvarlanmalar da yetmeyecek bana, yukarı yuvarlanmalar peşindeyim. Uçurumla uçurtma arasındaki farkı açıklıyorum sana, anla. Uçurtmalar kuyruklarının acısını unuttuğunda ben de kendi acılarımı unutacağım. Kuşların yaşama sevincinde biriktireceğim heveslerimi. Kendi vahşetimi unutup, kutuplara yaktığım şiirleri götüreceğim. Hiç kimse olmanın hazzına varınca, garip ama mutlu bir serzenişle ayrılacağım aranızdan. Özledikçe neden sevdiğimi, sevdikçe neden tutunamadığımı anlayacağım. Masumluğumu hatırlat bana, sonra da sakla.


On Bir Ağustos İki Bin On Altı 10 30
Nevin Akbulut

4 Ağustos 2016 Perşembe

Yarımca



Sadece sarhoşluğumuz birbirine denk gelmişti, gerçek dünyada tanımayacaktık birbirimizi. Belki de sarhoşken bir gece yarısı, yine birbirimize denk gelip, tanırız içimizden. Normal şartlarda karşılaşmamız mümkün değil, biliyorum, bunun için tüm normal olan şeyleri reddediyorum. Ben her gece bunu düşünerek sarhoş oluyorum, bir tek o “belki” için…
Senden bir cevap gelmemesi, herkesin susması gibi, benim bunu beklemem beynimde herhangi bir yerin tatlı tatlı kaşınması, ama onu bulamıyor olmam gibi. Şimdi kiminle tanışırsam tanışayım, yeni bir kitaba başlamanın heyecanını yaşatamaz bana.

Yorgun bir günün ardından hüzünlü bir uyku, yapışkan çarşaflardan başka bir şey yok tenimde, ama öyle soğuk. Devrilmiş duvarlardan arta kalan ıssız yatak, köşede küsmüş lamba, ışıksız uyuyamam sesleri. Uykumda duyduklarımı, gerçek hayatta duysaydım, bu kadar mutlu olamazdım, hızın sustuğu an, zamanın bittiği gece, bacaklarımda derin izler, benimle birlikte devrilen yatak, yine de hep bir huzur, rüyanın rahatlığı. Yazamayınca susturamadığım şiirler ve her şeyin sırasının değişmesi, hatta tersleşmesi. Binlerce çiçek uyuyor, huzursuzluktan muaf, kuşların cıvıltısı ninnileri, ne güzel de susulur, aynı şarkıda. Dizlerimde kırık dizeler, sırf bu yüzden bile kırılabilirdim, yıldızları görmeseydim, yıldızını bilmeseydim, kanattıkları için dizlerimi… Sessiz ağlamayı da bilmem ben artık, bu dehşetin içine düştüm düşeli, sessiz ağlamalar ihanet gibi gelir ıstırabıma. Kendi ellerimle sarılıyorum kendime, belim ve boynum ele geçiriliyor, usulca, içimde hep kaybetme korkusu, sırf bu yüzden sahip olma duygusunu yitirdim. Güneşe dayanamıyorum, gece de ışıksızlığa, günaydın kelimesi en çok hak etmeyenlere ulaşıyor, sırf bu yüzden loş karanlığı seviyorum, yapay bir sevgi benimkisi, vazgeçebilirim aynı zamanda saklanacak bir göğüs bulduğumda. Aynada dudaklarım hep kırmızı, başka zaman değil, uzaklarda bir ısırılmışlığım var, elmadan sonra, artık şiirler hep eksik.

İlaçlar bedenimizi kandırmakla meşgul, dışarıda durmadan yağmur yağıyor, ayaklarım dışarıda, yalnızca yağmurun görebileceği bir yerde, salyangozları da severim ben kaplumbağalar kadar, onların sırtı o kadar güçlü değil ama kalp gibi kırılgan yaratılmış. Uzanamıyorum ben, ne zamandır. Sırt üstü yatabilmenin güvenden geldiğini öğrendiğimden beri, dünyaya güvenmiyorum, hatta yıldızlara, güneşe bile. İnsan hep karşısındakinde kendine benzeyen bir yanını arıyor, bulamayınca ona benzetmeye çalışıyor, en az bir yanını, bunu güvenli bir şey zannediyor, benzemek zorundaymışız gibi. Hâlbuki insan kendi kendine bile kötülük yapabiliyor, kendi kendini sevebildiği gibi. Gökyüzünden kırmızı kar yağsa, üşütmezdi sanırım.

Havadar alanda gece beni havasız bırakacak şeyler yaptım, hava bulutlu, kasveti yüreğimizden ödünç almış, bir haftalık böyle. Beynimin sağ lobu bir daha acımasın diye, eve kapatmadım kendimi, içerken. Ona dair birkaç mutlu son hikâyesi kurdum kafamda, mutlu olmadığını biliyordum, içince insan en güzel yalanları kendine söylüyor, üstelik kendinden başka kimseyi inandırmak zorunda da değilsin. Basit şeyler uğruna, zengin güzelliklerimiz mahvoluyor, açık hava ihtimalleri bodrumla sonlanıyor, bence herkes biraz nefessizlikten şikâyet edebilmeli.

Bazı cümlelerin hitabet şekli yalnız o kişilere aitmiş gibi. Suretin yasak olduğu yerlerde, bizzat sıfatım. Seninle güldüğüm günler, beni ağlatıyorsa…

Tüm rahatsız ruh tipleri için; “aynen, ben de” kelimelerini, önce biriktirip, sonra da tükettiğim, bitmez küfürlerle, işbirlikçiliğim ve elbirliğimle birlikte, gözkapaklarımızı kapatalım. Yoksa bu hayatla hiçbir konu hakkında aynı fikirde olamam.
Açık camdan içeri giren rüzgâr, muhakkak giderken de bir şeyleri götürüyor. Bir neslin değiştiğini oyuncaklarından anlayabiliriz, camdan giren fırtına kapıyı kapatmama engel, renkli çekmecelerin üzerindeki fanus sallanıyor, bir tehdit benim ve balıklarım için, bir şeyler devrildikçe hiç düzelemeyeceğimi düşünüyorum, iyi olamayacağım da bir tehdit önümde, zararının yalnız şahsıma dokunduğu… Yalnızlık sürekli büyürken içimde, kalabalık yalnızca flu bir oyuncak gözümde, istediğim zaman yerlerini değiştirebiliyorum, gece uykulu, gündüz de uykusuz, bazı şeylerin aşırısı gerçekten zararlı, değişimin bile.

Hayat; ya hiç gelmeyecek olan treni beklemek ya son dakikada kaçırdığımız otobüs ya da hiç gelmeyecek olan istasyon.

Uzun zamandır bir belirsizliğin tam üzerinde hissediyorum kendimi, cam yeşili bir ışık gibi beynimde yanıp sönen bir lamba var, gözlerimi çiziyor, yüreğim de yırtıldı uzun zaman önce. Artık hiçbir şeye ihtiyacın olmadığını hissettiğin anda uzaklaşıyorsun asıl insanlardan çünkü daha az yaşıyorsun. Sırf bu yüzden korkuyorlar senden, ihtiyacın olan çok az şey var belki bir nefes, belki bir tabak makarna, belki de bir bardak çay, tüm bunları kendin yapabildiğin için korkuyorlar senden. İnsanlar hep kendilerine ihtiyacı olan insanları severler, bir tür bağımlılıktır bu, korkunç bir şeydir aslında karanlık bir gece gibi insanların cin fikirleri. İstediği gibi gitmeyince bir şeyler, nasıl korkunç olabiliyorlar. Fanusuma saklandım ben, etrafım cam, belki de kendime gelmem için, alnımı ovuşturan, kolonya kokan bir eldi, o bile kayboldu gözyaşlarımın tuzunda, bana dokunmayan şeylerin o ele de dokunamayacağını zannetmiştim, meğer tuzlu suda boğulmak daha zormuş, onların elleri tatlı suya alışkın. Belki de yer küresi kocaman bir fanus ve her şey beni boğmak için hayat bulmuş.

Öyle güzeldi ki;
Allah onu bana günah olarak yaratmıştı!

Bazılarımız yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat. Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz. Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı, övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz, nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz sıfırın altında, değerleniyor.

Dört Ağustos İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Konforlu Yalnızlık


Renkli boncuklar takarak, kendini masumlaştırmaya çalışan beynim, gökkuşaklarını özlüyor, hem de kaç kuşaktan beri… Senin dokunduğun her şey, masumlaşmasa da çoğalsın ve bu kalabalıkta kaybolayım istiyorum. Yokluk içinde büyüyen her şeyin yerine tüm zamanlarda özlemlerim gibi olmak istiyordum, onlara benzemek, onlar gibi anılmak, onlar gibi kızılmak. Bu kadar da ayrı olmamalıydım, illâki bir şeylere, birilerine benzemeliydim. İyilik bir şeylerde donup, kalıyordu, kötülük kirli bir yağ gibi yayılıyordu, bodrum katların küf kokusu gibi herkese kendini bizzat takdim ediyordu. 

Belki yine gelecek huzur, belki de huzursuzluktan öleceğiz. Olsun, uçamıyorum ama eskisi kadar da hissetmiyorum, kırık kanatlarımın uçlarını boyadım, içine birkaç mektup gizledim, kendi el yazımla yazdığım. Göğsümde uyuduğum kitabın en kederli yerlerine ninniler okudum her gece. Olsun, uykusuzluğa da alıştı gözlerim, şişkinliği gizlemeye de alıştım, eskisi kadar da acımıyor anılarım, bir düne göre, koskoca yeni umutsuz günler geliyor, gelecek geçmişten parlak değil, fakat yine de bilinmediği için, parlıyor görünen günlerin uçları, sivri bir makasın ucuna güneş değmiş gibi… Her geceyi boyamayı da biliyorum, tüm renklerin haricinde, sabaha karşı bölüyorum geceyi, o gece başkalarının gecesi değil, yalnız benim ânım o, kimsenin dokunamadığı, parçalayamadığı, yırtamadığı, hatta gözleriyle yaralamak için bile göremediği… Dünyanın bütün kitaplarını okusam da, seni bulamayacağım gerçeği ve yine bütün kitapları okusan da, beni anlayamayacağının umutsuzluğu var üzerime sinen. Kaç gecedir bunu düşünüyorum. 

Aradan yıllar geçtiği zaman bir tek şeyden artık emin olursun; artık gelmeyeceğinden. Ama o iş artık o raddede değilken, birdenbire karşına dikilip, hiçbir şey olmamış gibi muhabbet etmeye başlar, o zaman işte emin olduğun şeylerin yalnızca bir sanrıdan ibaret olduğunu anlarsın. Emin olduğum bir şey vardı, o da artık hiçbir şeyden emin olamayacağım... Bizi kanatıp, bir güzel giden insanların başka yaralara merhem olduğu doğrudur. Çünkü insan öyle nankör bir yaratıktır ki; çoğu zaman kendi yarasından tiksinir, kusmak ister, terk etmek ister. Sahip çıkmaz, benimsemez, sarmaz, sarılmaz, sevmez. Herkes yara yapmak, iz bırakmak ister, fakat çok azları bu yaraları onarmayı göze alabilir. Bu yüzden kendi yaralarımızdan çok, başka yaraları severiz. 

Küçülüp, yok olmak istediğim zamanlar vardı, üzülünce çoğu zaman. Büzüşünce yatağımda daha fazla saklanacak yer bulamam zannederdim. Kelimeler varmış oysa her birinin ucu hikâyeye uzanan, yeniden doğmak isterdim. Yeniden doğabilince saklanmaya ihtiyacım olmayacak zannederdim, yeniden doğmak da yaşadıklarının tekrarından başka bir şey değilmiş, gidecek bir yerin gerçekten yokmuş, bunu iki defa ya da üç defa veya daha fazla yaşayınca yine de yer etmiyor insanın içine, bir hücrenin içinde sızıp kalmak istemiştim. Küçükken eriyen kar tanelerine ağlardım, yastığımda çiğ taneleri birikirdi, saklardım. Bazı şeyleri saklamak ne zormuş meğer. Gönlümün razı olduğu tek şey rüzgârdı, yazgımı silmeye çalıştığım tozlu silgiler, her bir harfi özenle biriktirdi, mezarıma çiçek bırakmak istedim, birkaç yıl sonra yeniden koklayabileceğim… Ölümle yaşam arasındaki mesafeyi ayarlayamadım, yaşamımın içine biraz ölüm sızdı, aklımı kaçırdım, artık bana hiç lazım olmayacak düşlerin kıyısında sabahladım. İnancımı eski bir uygarlığa bağışladım, elimdeki örme sepette kır çiçekleri canlılığı anlatmaya çalışıyordu, boyunları kırıktı, inanmam imkânsızdı, yine de kırmak istemedim kır çiçeklerini çünkü çok sarıydılar, her an ölecekmiş gibiydiler. Gülmeye razı oldum, içimden gelmese de, içimden gelenlerin üzerini bu şekilde örtebilirdim, yoksa deliliğim fırlayacaktı sokaklara, saklanamayacaktım. Zaten dünya küçüktü ve beni saklayacak kadar cömert olamazdı ki annemin karnı bile daha fazla saklayamamıştı. Dünya annemden daha fedakâr olamayacağına göre… 

Kalbim bazen gereksiz yere, gereğinden fazla atıyor. Sol kaşımdaki izi taşımanın yükümlülüğüyle biraz daha bozuluyor her şey, önce kalbim, tam o zamanlara denk gelmişti ağırlaşması, yaşatılan güzellikleri düşünmek varken, kötülükleri düşünmeye vaktim olmuyordu, sırf belki de bu yüzden ve yeniden aynı kötü şeylerin izi kalıyordu içimde. Gökyüzüne uzak olduğumdan, ulaşamıyorum hiçbir güzel yere, gülüşüm asimetrik şekilde yayılıyor çevreme, kendime çok kalmış ama yine de yalnızlığa kalamamış zamanlardayım. Huzura özlemim eskilere dayanıyor, yersiz eksikliklerden. Şimdi şöyle dursam rüzgâr da duracak gibi, bulutlar artık dağılmayacak gibi, kendimi anlayabilmenin bilmişliğiyle bakıyorum yıldızlara, kalabalığın zerafetsizliği bozuyor göz zevkimi, kimseyi görecek hâlim olmadığı hâlde her şeyi görüyorum, beni asıl yoran bu. Fazladan kalbin atınca, daha çok atmış olmuyor, kalp atış sayısındaki kalanından düşüyor, kalp atışların. 

Yıllar içimizden, bazen hissettirerek, bazen de acıtarak geçip gidiyor. Geçen yüzyılda kalmak istiyoruz belki. Bazı harflerin diğer harflerden daha değerli olmadığını bildiğim hâlde, müstehcen bir ilgi duyuyorum. Kürdilihicazkâr makamında susuyorum... 

Ölüler, öldüğünü bilmiyorlar
Ölümü, yalnız canlılar hissediyor...

İyi ki ölüler, öldüğümü de bilmiyorlar, gölge rengimde olduğumu, soluğumda nefesin olmadığını, ellerimin toz gibi dağıldığını. Sol elimin içine sakladığım şiirlerin, tam hasarlı sinirimin üzerine bir dize hâlinde oturması, sağ elimin suçudur, sol elime yazabiliyorum fakat sağ elimin içine sol elimle nasıl yazabileceğim? Bir melodide kafamı içindeki beyinden sıyırmak istediğim düşüncelerim sıralanıyor, sol elim zayıf kalbime rağmen daha güçlü, sağ elim, o taraftaki kanadıma rağmen daha güçsüz. Türümün içinde benimsemediğim ve asla benimseyemeyeceğim şeyler var. Çabalarım olumsuz ve sonsuz. Söylenilen sözler, oyuncak olmaktan öteye gidemiyor. 

Seninle birlikte aynı renkte montun içinde dolaştım aylarca, elinin değdiğini tahmin ettiğim hiçbir kıyafetime kıyamadım, parçalamam gerekiyordu içimdekilerle birlikte, yıkatmadım hatta ütülemedim bile. Buruşmuş olması bazı şeylerin, çok zaman geçmiş anlamına gelmiyordu, her şeye rağmen, o büyük kötü şeylere rağmen, gamzemdin, elimde değildi. Aynı sokaklardan aynı ayakkabıyla ve aynı hızlı adımlarla geçtim, aynı duyguları, bulup, buluşturup içime yerleştirmeye çalıştım, her şey aynı olursa, belki gerçekten her şey aynı olur diye düşündüm. Kendimi olanlara bırakamadığımdan, olmayacaklara bıraktım. 

Sararan yapraklar gibi, hep yok olan bir şey olarak kaldın aklımda, yine de tüm yokluğunla vardın, bir şiirin en sarhoş dizesiydin, unutulurdun ama yeniden yazılırdın. Bir daha dünyaya gelirsem eğer, seni kendime şiir diye değil, kader diye yazmak isterdim. Hayatımın ilk sayfasına, büyük puntolarla, önemini belirtmek için altını çizer, saklamak için parantez kullanırdım. Bu dünya bizi kendimize getirmeyecek kadar kayıp doluydu ve hastaydı hiç birimizi tamamlayamayacak kadar. Yarımdı, yarımlığı bizi birbirimizden soğutuyordu ve eksiltiyordu. Başımın döndüğü iyi zamanlar da vardı, hatırlıyorum, dün gibi dediğimiz her gün yeniden yazılmak isteniyordu, yakınlaştırıyorduk, yine de yaklaşmıyordu o günler. Uzaklaşıyorduk, önce güzel günlerden sonra da kendimizden. Kendimizin içinde insanlar doluydu, gidiyorduk, sararan yapraklar gibi sarı ve bitmiş hikâyeler anlatıyorduk, ama birbirimizi dinlemiyor, üstelik dinlemediğimiz için itiraz da edemiyorduk.

Ne çok acımız varmış, yaşamadan geçtiğimiz ve ne çok fotoğrafımız varmış, yaşayamadan paylaştığımız, bizim olmayan acıları sahiplenişimiz, hiç mi bir şeyimiz yokmuş, geçmişimizdeki kırgın çocuklardan başka ve ne çok az kalmış aslında huzurumuz… 


Yirmi Sekiz Temmuz İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut