Kedilerin içimizi
okuduğunu bildiğimden, içimin yazısını değiştirdim. Umursamaz bir doktor yazısı
ve okunaksız, uzayıp, giden, nerede duracağını bilmeyen, aslında bilen fakat
yine de durmayan, arada kemiklerin yorulması, odadaki eşyalara göz geçirme, ilk
kez görüyormuş gibi şaşkınlıklar, şaşkınlık bile dinlendirebilir insanı,
duygusal fon müzikleri gibi. Dilim dönmeyince anlatmaya başlıyorum, tam da bu
yüzden anlaşılmayayım diye… İçimde bir deli olduğunu iddia ediyorum ama hiçbir
delilim yok, hapsettim onu. Yalnız içime yine içimden söylemek istediğim şeyler
var, susuyorum ve içim bunu biliyor, kedi de biliyor, güvercinler şaşkın ve
pratik. Sustuğumu başka dillerde anlatmaya meyilliyim. Şiirlerin
kaldıramayacağı yükü kaldırabilirim zannettim, ah nasıl da yanıldım, sondan birinci
yanılmamı ilk yanılmamın yanına koyuyorum, alıyorum karşıma konuşuyorum,
öğütler veriyorum, umarım bir daha çıkmaz karşıma. Güvercin anlıyormuş gibi
süzüyor beni, hızlıca. Kedi uyuşuk süzüyor, süzmeye üşeniyor ama yine de
anlıyor. Bazı şeylerle iletişim kopukluğum var, biraz hayattan kopmuşluğum,
biraz da kitaplara gömülmüşlüğüm var, hikâyemi bu şekilde reddediyorum, insan
kendi hikâyesinden memnun kalmadığı takdirde başka hikâyelere salça olabiliyor.
Yalanladığım şu hayat, kitaplarda daha gerçek, inanılır çünkü yaşadıklarımız
inanılmaz. Kaldıramayacağım yüklerle bu şekilde cebelleşiyorum.
İçimdeki
ellerime yün eldivenler örmek istiyorum. İçime de kalın giydirmek istiyorum, bu
ben miyim? Çocuk kavgalarını ayırıp, güvercin yemlerini hepsine paylaştırmak
istiyorum, bunlar içimdeki solmaya yüz tutmuş çiçeklerin nidaları mı? Oysa içimde
miskin bir kedi var, çoğu zaman, oturuyor, eldiven örmesini hâlâ öğrenemedim,
uğraşmadım da gerçi, önce kendi ellerimin soğukluğunu tamir etmeliyim, hem
sonra içimdeki el benden daha fazla kalem tutuyor, yazamasa da… Bir çay bardağı
sarılıyor parmaklarıma, soluğumdaki buğuyla sohbete koyuluyorum, ne kadar da
suskunum çoğu zaman, o benden daha sıcak, soğuğa alışınca sıcağı da unutuyor
sonra ruh, biliyorum, ruhumun buz tutmalarından biliyorum, mevsimsel değişiklik
değil bu, ruhsuzluk ve biraz da haksızlık.
Ruhum hasta;
adaçayı, ıhlamur ya da bir tas çorba yapmak istiyorum, iyi gelir diye, her gece
saat on iki de kabağa değil de yalnızlığa dönüşüyorum. Hikâyemde hayat yok, içimin
yerinde olsam yaşamazdım. Ölüm kadar hayattayım, ölü kadar üşüyorum, inkârımda
hayır yok. Kimseye inandırıcı gelmiyor, ben de ispatlamıyorum, cumartesi
günlerini yaşamak istiyorum yalnızca, diğer günler Külkedisi gibi geçiyor.
Kulaklarım plak seslerini özlüyor, eski şeylere dokunma özleminde ellerim,
belki biraz daha geçmişe gidebilirsem, yaşayabilirim gibi geliyor. Gidemiyorum,
bir adım bile geriye. Biliyorum çok derinden saçmalıyorum. Ama yine de söylemek
istiyorum, nedensiz, nedeni olsaydı susmasını da çok iyi bilirdim.
Kaçamayacağım şeyler var, denemediğim, diyemediğim, diyemedikleri… İçimdeki
ruhu koklamak istiyorum, korkumda gizleyemediğim intiharlar var ve burnum daima
biraz eksik, birkaç rivayete göre olmayan kokuları duyuyormuşum, bir miktar söylentiye
göre de fazladan kokular duyuyormuşum, çok saçmalıyormuş burnum, bunlar
içimdeki kedinin miskin söylentileri, benim çay buğusunu tercih ettiğim… İçim
şehirlerarası otobüslerde yolculuk edip, çimenlerde yuvarlanmak istiyor.
Gidebildiğim tek yer kendim, kendimsiz kendim…
Yaşadıkça hayata
bir ölüm daha gönderiyorum, masalların tam ortasındaki masada bekleyen
sürahinin içindeki suyum çoğu zaman, konuşulanları duyuyorum, anlatılanlara
inanıyorum ama sadece o kadar, suskunluğumda susamış bir şeyler var, birkaç
şehir özlemi, köşeyi dönen çıkmaz sokakların en tepesine yazdığım şiirler.
Beton zeminden yağmurla silindiğinde, yere serpildiğinde şiirler, acınılası
kokuyor o zaman sokaklar… Yağmur değil, toprak da değil sadece acıklı kokuyor.
Birkaç güvercine
şiir okumak, sonrada o şiirin hikâyelerini anlatmak isterdim, birkaç hayata bir
şiir sığıyor da, bir şiir bir hayata sıkışamıyor, şiirlerin birden fazla
hikâyesi var, herkesi ayrı tarafa savuran. Ruhuma en sevdiğim bahçeleri
anlatmak isterdim, çekip gitmeseydi beni bir masalın ortasında öyle çırılçıplak
bırakıp. Anlatabilince belki tamamlanırdı o zaman masal ve hikâyenin sonu bu
kez mutlu biterdi. Yüz bininci kez yarım kalan hikâyelerin asırlarca,
gözyaşıyla yıkanmış zamanlara yayılmasını görmezden gelebilirdim belki. Ama
olmadı, kenarından ısırılmış ve unutulmuş, çürümeye yüz tutmuş kıpkırmızı bir
elma gibi, kokmuş hikâyem. Bir cadının elinde, masaldan çalınmış, yabancı
benliğime biraz daha yabancılaşan, uzaklardan bakan ya da artık görmezden gelen
kör bir yalancı.
Ölüm gibi gelen
şeyler vardı, ama ölüm yerine geçmiyorlardı görünürde, ölüm gelsin istiyordum,
gerçekten gelsin, gerçeklerin yerine. Kırılacak her şeyin yerine, kalbim
düzensiz ve özensiz bir şekilde kırıldı, kırmam gerekenleri kıramadım hiçbir
zaman. Bu da benim yeteneksizliğim oldu. Günleri gecelerinden ayırmak istedim,
kâbusları rüyalardan, olmadı. Yassı taşlar biriktirdim avuçlarımda,
çocukluğumdan kalma tek soğuk mutluluk bunlar. Kaydıraktan aşağıya birkaç
çocukluk arkadaşımı yuvarladım, gülerek indiler aşağıya, birkaç maytap
patlattım, biraz çatapat, ama torpil patlatamadım hiç, korktum, gürültüsünden
çok, havaya uçuracaklarından korktum, aklım da uçup, gider miydi? Gidebilir
miydi? Şimdi bir düşünceyi uçurmak, kaç çocukluğa denk gelir ya da kaç mahalle
dolusu hayal tüketmek gerekir? Hesaplayamıyorum. Önümden akıp, giden zamana
tutulan, örselenen günlerimin koşamıyorum peşlerinden. Bir yerdeyim, sürekli
yürüyorum, kovaladıklarımdan çok, kaçtıklarım var, anılarım var, uzaklarda
karanlık suyun içinde, ne yaparsam yapayım, hafızama ışık tutamıyorum, güzel ve
iyi şeyleri hatırlayamıyorum, unutulması gerekenler ise hafızama yerleşti,
kaldı…
File çorabın
ağına düşmüş dünya, dönüyor, başım da dünyayla aynı hızla dönüyor, yine de
hızlı demek değil bu, içime yetmiyor, çünkü koşmak istiyor içim, koşup, ilk
boşluğa düşmek sevinç ve telaşla. Ayağım kaçmış fileden, parmaklarım kaçak,
aklım kaçık, kitapları seviyor. Rüyalar siyah ekrandan gösterime giriyor, beyaz
yalnızca söylenti. Dünya çemberinin dışında kalan ellerimle emekliyorum. Aşağıya doğru açılan şemsiyeler, hayatta
hiç yerimin olmadığı ve olmayacağı bir kokteylin sunuluş biçimi... Kendimi
asabileceksem muhakkak
intihar ipim, kırmızı olmalı...
Büyümek; epeyce
zorlu bir iş, beceri ve yetenek istiyor. Hayal kırıklığı; sancı, başarısız
intihar girişimleri. Sevinç; yalnızca bahar müjdecisi… Bir daha uğramayacağım
satırların arasından geçip, gittim. Bir hatıra için, nice kitaplar yaktım.
Hikâyemin ucu yanıktı, yüzümde acıklı bir gülümseme, herkes gülmenin ne kadar
yakıştığıyla ilgileniyordu, kimse neden “acıklı” olduğuyla değil. Bu hikâyeye
daha fazla katlanamazdım, inanabileceğim, içimdeki inancı çıkarabilecek yepyeni
bir masal gerekiyordu, cadısı kayıp, elması yarım ısırıklı olmayan. Bu sefer o
kadar çok hissedeceğim ki…
Kalbimi kırmızı
renkte bir boyayla yıkayacağım, geçmişli cümleleri uzaklara serpeceğim,
akşamları yastığa başımı koyduğumda bu defa günahkâr şiirleri düşünüp,
üzülmeyeceğim, güzel masallara dalıp, gideceğim. Rüyamdan bir daha çıkmamak
üzere ve her harfin başına şapka koyacağım, yağmur yağdığında ıslanmasın
hikâyem. Zincirleri paslı, tahtaları gıcırdayan salıncaklar düşümdeki, ama hiç
birisi kirli değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder