Sadece
sarhoşluğumuz birbirine denk gelmişti, gerçek dünyada tanımayacaktık
birbirimizi. Belki de sarhoşken bir gece yarısı, yine birbirimize denk gelip,
tanırız içimizden. Normal şartlarda karşılaşmamız mümkün değil, biliyorum,
bunun için tüm normal olan şeyleri reddediyorum. Ben her gece bunu düşünerek
sarhoş oluyorum, bir tek o “belki” için…
Senden bir cevap
gelmemesi, herkesin susması gibi, benim bunu beklemem beynimde herhangi bir
yerin tatlı tatlı kaşınması, ama onu bulamıyor olmam gibi. Şimdi kiminle
tanışırsam tanışayım, yeni bir kitaba başlamanın heyecanını yaşatamaz bana.
Yorgun bir günün
ardından hüzünlü bir uyku, yapışkan çarşaflardan başka bir şey yok tenimde, ama
öyle soğuk. Devrilmiş duvarlardan arta kalan ıssız yatak, köşede küsmüş lamba,
ışıksız uyuyamam sesleri. Uykumda duyduklarımı, gerçek hayatta duysaydım, bu
kadar mutlu olamazdım, hızın sustuğu an, zamanın bittiği gece, bacaklarımda
derin izler, benimle birlikte devrilen yatak, yine de hep bir huzur, rüyanın
rahatlığı. Yazamayınca susturamadığım şiirler ve her şeyin sırasının değişmesi,
hatta tersleşmesi. Binlerce çiçek uyuyor, huzursuzluktan muaf, kuşların
cıvıltısı ninnileri, ne güzel de susulur, aynı şarkıda. Dizlerimde kırık
dizeler, sırf bu yüzden bile kırılabilirdim, yıldızları görmeseydim, yıldızını
bilmeseydim, kanattıkları için dizlerimi… Sessiz ağlamayı da bilmem ben artık,
bu dehşetin içine düştüm düşeli, sessiz ağlamalar ihanet gibi gelir ıstırabıma.
Kendi ellerimle sarılıyorum kendime, belim ve boynum ele geçiriliyor, usulca,
içimde hep kaybetme korkusu, sırf bu yüzden sahip olma duygusunu yitirdim.
Güneşe dayanamıyorum, gece de ışıksızlığa, günaydın kelimesi en çok hak
etmeyenlere ulaşıyor, sırf bu yüzden loş karanlığı seviyorum, yapay bir sevgi
benimkisi, vazgeçebilirim aynı zamanda saklanacak bir göğüs bulduğumda. Aynada
dudaklarım hep kırmızı, başka zaman değil, uzaklarda bir ısırılmışlığım var,
elmadan sonra, artık şiirler hep eksik.
İlaçlar
bedenimizi kandırmakla meşgul, dışarıda durmadan yağmur yağıyor, ayaklarım
dışarıda, yalnızca yağmurun görebileceği bir yerde, salyangozları da severim
ben kaplumbağalar kadar, onların sırtı o kadar güçlü değil ama kalp gibi
kırılgan yaratılmış. Uzanamıyorum ben, ne zamandır. Sırt üstü yatabilmenin
güvenden geldiğini öğrendiğimden beri, dünyaya güvenmiyorum, hatta yıldızlara,
güneşe bile. İnsan hep karşısındakinde kendine benzeyen bir yanını arıyor,
bulamayınca ona benzetmeye çalışıyor, en az bir yanını, bunu güvenli bir şey
zannediyor, benzemek zorundaymışız gibi. Hâlbuki insan kendi kendine bile kötülük
yapabiliyor, kendi kendini sevebildiği gibi. Gökyüzünden kırmızı kar yağsa,
üşütmezdi sanırım.
Havadar alanda
gece beni havasız bırakacak şeyler yaptım, hava bulutlu, kasveti yüreğimizden ödünç
almış, bir haftalık böyle. Beynimin sağ lobu bir daha acımasın diye, eve
kapatmadım kendimi, içerken. Ona dair birkaç mutlu son hikâyesi kurdum kafamda,
mutlu olmadığını biliyordum, içince insan en güzel yalanları kendine söylüyor,
üstelik kendinden başka kimseyi inandırmak zorunda da değilsin. Basit şeyler
uğruna, zengin güzelliklerimiz mahvoluyor, açık hava ihtimalleri bodrumla
sonlanıyor, bence herkes biraz nefessizlikten şikâyet edebilmeli.
Bazı cümlelerin
hitabet şekli yalnız o kişilere aitmiş gibi. Suretin yasak olduğu yerlerde,
bizzat sıfatım. Seninle güldüğüm günler, beni ağlatıyorsa…
Tüm rahatsız ruh
tipleri için; “aynen, ben de” kelimelerini, önce biriktirip, sonra da
tükettiğim, bitmez küfürlerle, işbirlikçiliğim ve elbirliğimle birlikte,
gözkapaklarımızı kapatalım. Yoksa bu hayatla hiçbir konu hakkında aynı fikirde
olamam.
Açık camdan içeri
giren rüzgâr, muhakkak giderken de bir şeyleri götürüyor. Bir neslin
değiştiğini oyuncaklarından anlayabiliriz, camdan giren fırtına kapıyı
kapatmama engel, renkli çekmecelerin üzerindeki fanus sallanıyor, bir tehdit
benim ve balıklarım için, bir şeyler devrildikçe hiç düzelemeyeceğimi
düşünüyorum, iyi olamayacağım da bir tehdit önümde, zararının yalnız şahsıma
dokunduğu… Yalnızlık sürekli büyürken içimde, kalabalık yalnızca flu bir
oyuncak gözümde, istediğim zaman yerlerini değiştirebiliyorum, gece uykulu,
gündüz de uykusuz, bazı şeylerin aşırısı gerçekten zararlı, değişimin bile.
Hayat; ya hiç
gelmeyecek olan treni beklemek ya son dakikada kaçırdığımız otobüs ya da hiç
gelmeyecek olan istasyon.
Uzun zamandır
bir belirsizliğin tam üzerinde hissediyorum kendimi, cam yeşili bir ışık gibi
beynimde yanıp sönen bir lamba var, gözlerimi çiziyor, yüreğim de yırtıldı uzun
zaman önce. Artık hiçbir şeye ihtiyacın olmadığını hissettiğin anda
uzaklaşıyorsun asıl insanlardan çünkü daha az yaşıyorsun. Sırf bu yüzden
korkuyorlar senden, ihtiyacın olan çok az şey var belki bir nefes, belki bir
tabak makarna, belki de bir bardak çay, tüm bunları kendin yapabildiğin için
korkuyorlar senden. İnsanlar hep kendilerine ihtiyacı olan insanları severler,
bir tür bağımlılıktır bu, korkunç bir şeydir aslında karanlık bir gece gibi
insanların cin fikirleri. İstediği gibi gitmeyince bir şeyler, nasıl korkunç
olabiliyorlar. Fanusuma saklandım ben, etrafım cam, belki de kendime gelmem
için, alnımı ovuşturan, kolonya kokan bir eldi, o bile kayboldu gözyaşlarımın
tuzunda, bana dokunmayan şeylerin o ele de dokunamayacağını zannetmiştim, meğer
tuzlu suda boğulmak daha zormuş, onların elleri tatlı suya alışkın. Belki de
yer küresi kocaman bir fanus ve her şey beni boğmak için hayat bulmuş.
Öyle güzeldi ki;
Allah onu bana
günah olarak yaratmıştı!
Bazılarımız
yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca
yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla
macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat.
Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi
yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan
aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında
çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz.
Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin
gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes
saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi
kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları
tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin
suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı
şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki
harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile
özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku
tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da
takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci
sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı,
övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla
mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son
günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok
hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi
uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına
yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz,
nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz
sıfırın altında, değerleniyor.
Dört Ağustos İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder