Üç Haziran
(Rakamları hiç sevmedim maalesef, hele de böyle büyük insanların gittiği günün
rakamlarını)
Nasıl ağlamam
ki, nasıl ağlamam!
Kırmızı mercimek
çorbasına kattığım kalbimi kaşıklamaya çalıştığım yazıyı yazarken ve bir yandan
da okuduğum seni, gözlerimin buğusuna karışmış siluetine, en çok da kalbine
hayranlığım, birazcık bulaşsaydı, belki birazcık bulaşmıştır kalbinden bir
minik pıhtı kalbimize. Nasıl ağlamam, nasıl anlatmam, nasıl anlamam, ama
anlatamam…
Oralarda iki
isteğin; Türkçe klavyeli bir daktilo, ikincisi ise, o zamanlar daha kısa
dalgalı radyolar yasak, Türkçe türkülerin ve haberlerin olduğu “memleket” ismi
verilen bir radyo. Nasıl vatana hasret gitmişsin ve şimdi biz bu vatandayken
nasıl bitirmeye çalışıyorlar toprakları, sen memleket hasretiyle bu dünyadan
ayrılmışsın, onlar bu memleketi cehenneme çevirmeyi başardılar. Hele
parmağındaki yüzüğü bir yıl önce öldüğün günün aynısı bir günde Ankara’da
hazineye ulaştırılması için, göndermen… Belki son değerli varlığındı. Ne
denilebilir ki? İnceliğinden kırıldım, ezildim, büzüldüm, ağladım, şu saçma
sapan Word sayfasına bunları belki de hiçbir zahmete katlanamadan
yazabiliyorum, tesadüflerinden korktum, seni tanıdıkça bu devirde doğduğuma bin
pişman olmakla yetiniyorum, daha yaşlı olmalıydım, hatta gerçekten yaşamış ve
ölmüş olmalıydım. Pişmanlığımdan salya sümük ağlamaktan, dinmeyecek bir kalp
sızısıyla gideceğim.
Nevin Akbulut
Dokuz Haziran İki Bin On Altı Perşembe 15 50
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder