“İçimin yandığı
bir şarkısın artık. Nakaratlarında sabahladığım ve notalarını kokladığım. Ölümü
yazıyorum, ama anlatılmıyor.”
Gecenin tam
ortası, havuzun tam dibi, perdelerin sallantıda olduğu bir an. Muhabbetin ne
kadar anlamsız ve gereksiz olduğunu anladığında sabah ezanı okunuyordu, saçları
darmadağınıktı. Yataktan kalkmaya teşebbüs ederse yanındaki uyanabilirdi, gerçi
kimle uyumaya kalktıysa uyuyamıyordu, hep onlar uyuyordu. Biriyle uyuyabilmek
onun için alışılagelmiş bir şeyi sindirmek gibiydi, bir o kadar da imkânsızdı,
duyduğu güvensizlikten ya da o ânı bir kavanozun içine hapsetmek istediğinden,
akvaryumlar hesaplıyordu içinden, üstelik karanlıkta uyuyamazdı. Uyuyanlar nasıl
uyuyordu acaba? Camlara kustuğu, rüzgâra sustuğu zamanlardı kendine getiren. Acıyı
en mutlu olduğu anda bile hissedebiliyordu, hissetmek için belki de uyumuyordu.
Bu olmuştu ve o acıyı yaşaması gerekiyordu.
Pencerelerden bağımsız
bir odada iki yatak, ama tek yatağı kaplayabilmişler ancak, o da tam kaplanılmamış,
dünyada şu kadar yer kaplıyorlar, kime ne onların beraberliğinden? Omuzlara kadar
örten çarşaf, kadının beyaz çarşaftan daha kirli beyaz omuzları, askılı
tişörtüyle sıcağının iki katını hissettiği yatakta, adam yok gibi çoğu zaman,
olması gereken bu belki de, adam yok, belki de olmaması gerekiyor. Adamın bir
tek uzun parmakları var, şiir yazmalı bu parmaklar diye düşünüyor kadın ya da
piyano çalabilmeli, mistik bir hava doluyor içine pencereden gelen oksijenle
birlikte, dalga sesleri odayı biraz daha deniz dolduruyor.
Adam burnunu
kadının omuzunun üzerindeki çukura dayıyor, kadın adamın gamzesine gömülmek
istiyor, şuan, böyle, burada ölmek istiyor. Pencere aralığından ufak bir ışık
sızıyor içeri ve odayı ortadan ikiye bölüyor. Kadın burada değil, kadın
dalgaların içinde, boğuluyor, tam bu sırada başı yastıktan düşüyor, nefes
darlığına, başka şeyler ekleniyor. Uyansa bile, uykuyla uyanıklık arasında
kalacağını çok iyi biliyor, daha evvel de birkaç kere böyle olmuştu, ölmek
istemişti. Ama ölmemişti, şöyle güzel zamanlarda öleceği yoktu zaten, nerede
görülmüştü güzelce ölmek… Doğduğundan beri ucu ısırılmış bir elmanın hüzünlü
sancısını duyuyordu. O yüzden belki de bir yanı hep ısırılmış, hep tüketilmiş
gibiydi, iskeletine bir tek tahammülü kalmıştı. O ruhun üzerinde fazladan bir
beden bile istemiyordu. Tüm bunları hissettiği hâlde, hiç de istemediği bir
zaman diliminde, tüm zamanları sildirecek şekilde girip, oturmuştu hayatındaki
alanın en başköşesine. Önemsediğini biliyor ama yine de hissettirmek
istemiyordu. İçindeki şarkılardan tanıyordu onu, çocukluğundaki masallardan
sanki biraz da kavuşamamanın o yersiz hüznü oturmuştu içine onunla birlikte. Üstelik
bunca zaman geçmesine rağmen, nasıl da o zamanlardaki gibi taptaze
hissedebiliyordu, bazı anlar yaşlanmıyordu ve bazı duygular hiç buruşmuyor,
eskimiyordu. Zamanaşımı tam da burada dünyalarının dışında bir yerde pinekliyordu.
Gün doğuyor, ama
güneş yok henüz. Bir arabanın fren sesi uyandırıyor adamı ilkin; “bugün hiç
uyanmak istemiyorum” diyor. “Ben de” diye yanıtladığı hâlde kadın, aslında
adamın duyarsızlığından sıkılıyor, yatakta bir geriniyor. İçinin acısını
dinliyor biraz, yüzü ekşiyor. Her ne kadar uykuya düşkün olmasa da aslında
sabahları daha huysuz oluyor ama şuan burada bunu dile getiremez hatta acıyan
yerlerini de anlatamaz. Her ne kadar mutlu olsa da, pişman sabahlara uyanmak
onun tavrı. Yine de gülümsemeye çalışıyor, gülümseyince üzerindeki çarşaf kadar
masum oluyor, sabah doğan güneşin bebek yüzü gibi, akşam batan güneşler
muhakkak yaşanmışlığı da götürür ve masumiyeti törpüler.
Adamın eli
telefonunu aranıyor, her zamanki gibi, telefonsuz ve internetsiz bir dünya yok
artık uzun zamandır, ama telefon da olmasa bu duruma, buralara gelebilirler
miydi?
“Kış geliyor,
yağmurlar çoğaldı” diyor. Kadın, karın ağrısından bahsediyor, böbreklerini
üşütmesinden, ayaklarını hiç ısıtamadığından. Gitmesin istiyor, hep kalsın,
adam rüzgârdan bahsediyor, lafı döndürüp, dolandırıp, gitmeye getiriyor. Gelirken
hiç hayalini kurmadığı gitmelere…
Kadın güneşi
sevmiyor, adam üşümeyi. “Üşüyor musun?” diye sorarken, bir görev zorunluluğu
yerleşiyor adamın sesine, kadın yine gülümsüyor, adamın dayanamadığı acılarını
düşünüyor, bunların küçüklüğünü, sonra da gözlerini, bu gözler hiç üzülmemeli,
bu eller hep saklanmalı. Kadın dayanamadığı acıları ertelemişti, bu evin
dışında bırakmıştı her şeyi, adam onları da getirmişti, yara bandı ya da merhem
olsun istiyordu, oysa öyle bir zorunluluğu yoktu kadının. Kış hazirandan
gelmeye başlıyor, en uzun günü atlattıktan sonra, felaketlerle birlikte. Günler
kısalıyor, hava kararıyor, aynı şekilde yüreklere de daha az güneş vuruyor.
Adamın elleri ağustos
diye geçiriyor içinden kadın, kendi elleri ocak gibi, adının sıcaklığıyla ters
orantıda soğuk ocak ayı, hatta buz. Ama içindeki şarkıları yaktığı yerde
başlıyor her şey. Isınıyor o zaman, Yazıp da ona okuyamadığı şiirlerde besliyor
aşkını, o hiç bilmiyor. Nakaratlarında sabahladığı, her bir harfine âşık olduğu
adamı artık tanıyamıyor. Onu tanıdıkça kendine yabancılaşmıştı oysa şimdi olsa
da bir boşluk içinde, olmasa da bir acı. İkisi aynı. Nereye koyacağını bilmiyor
onu ve nasıl tanımlayacağını, suçlu olmadığı hâlde bir çekinme yerleşiyor
içine, nedensiz. Bastırılmış bir çocukluğun verdiği eziklikle, her yerde aynı
duygu çıkıyor karşısına, bunu yenemiyor, yenemeyecek belki de. Yenmenin tek
yolu, hiç kimseye inanmamak…
Odanın kasveti
yuva yapıyor içine, bu odayı hiç bu kadar kasvetli düşünmemişti, çok yağmurlu
günlerde bile, camı açar, sokakta kaçışan insanları izlerdi, dalgayla yağmurun
kavgalarını dinler şiir yazardı, kopuk bir hikâyenin buralara geleceğini hiç
bilemezdi.
Sessizce doğruldu
kadın, başını hafif soluna çevirerek belli belirsiz bir gülümseme yerleştirdi
yüzüne, yine de ne olursa olsun kırmak istemiyordu, kırmak çünkü daha büyük
kırılmaları getiriyordu. Bir kırgınlık daha kaldıracak gücü yoktu, belli etmese
de… Bunca zaman içinde bunu öğrenmiş ve tecrübe etmişti.
Adam telaşlandı,
bir daha görüşmeyi dilemeler, yalnızlığından korkmuştu, karanlığında tek başına
canı çok sıkılacaktı. Kadın içerideki odaya gitti, yukarıya kadar toplanan
şortunun paçalarını düzeltirken, kedisi uyanmıştı. Bacaklarına sürtündü kedi,
kuyruğunu kaldırırken. Acıkmıştı, eğildi avuçlarının arasına aldı güzel yüzünü,
önce bıyıklarını okşadı, sonra yüzünü sıktı, gözlerini gözlerine dikerken,
asırlardır süregelen bir sırrı fısıldar gibi; aşk esarettir, hissetmek cezadır”
dedi.
Koyu pembe
renkli mama kabına, güzel mamalardan doldurdu, sonra da suyunu değiştirdi. Adam
toparlanıyordu, yüzüne yapmacık ve borçlu gülümsemesiyle birlikte her şeyini alıp,
gidecekti, kemerinin tokasını takarken, bu işi burada bitirmenin verdiği o
saçma huzurla birlikte cebine telefonunu attı, pantolonunu giyerken bozuk
paralarını düşürmüştü kadının hırkası yerde olduğu için de parkelerde
yuvarlanma sesi duyulmamıştı. Kapının oraya geldi, ayakkabılarını giymeye
çalışıyordu, bir yandan da kadını bekliyordu, ayrılmak için. Öylesine bir “Allahaısmarladık”
la birlikte büyük bir vedanın derdinden kurtulacaktı çünkü büyük şeylere
üşenirdi, büyük vedalardan, büyük bağırmalardan, büyük kavgalardan ve büyük
sözlerden. Yorulurdu. Nasıl yorulmasındı?
Hayat zaten
başlı başına bir yorulma yeriydi, üstelik benim, onun, şunun, bunun aşkından,
bunalımlarından daha büyük sorunları vardı, insan böyle şeylere üzülmeye,
kendini paralamaya utanırdı. Zaman böyle bir zamandı, kendine ait küçük
dertleri, topluma dair büyük dertlerin içinde küçük bir buz parçasının kocaman
kor ateşin içinde erimesi gibi yok oluyordu.
Hiçbir zaman, hiçbir
yerde, hiçbir veda bunca iğrenç olmamalıydı. “iyi yolculuklar bitanem”in anlamı
bu olamazdı, böyle öğrenmemişti ve hiçbir cümle terk edilmeyi bu kadar riyakâr,
bu kadar ikiyüzlü bir şekilde anlatamazdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder