Küçükken su
saatini, akan bir zaman zannediyordum.
Bazı zamanlar
hiç akmıyordu.
İlkokula
giderken, resim dersinde hep aynı sarı saçlı, hep aynı boylu, zaman zaman
gözleri değişen aynı kadını çizerdim. Silgi kokusunu severdim, kurşun kalemi
tutuşum hiç değişmedi yıllar sonra. Öyle sımsıkı, parmağımı acıtırcasına…
Roman yazmaya
teşebbüs ettiğim o gece suçlu gibiydim, haberim olmadan hatta haberin olmadan
kurgulamıştım, düşüncelerim suçluydu, kalemim masum. Belki de haberimiz olmadan
Allah bizi aynı romanın içine yerleştirmişti, bunu ben yapmamıştım, düşüncemin
içine belki o katmıştı, elim suçluydu daha ilk paragrafta yorulmuştu, kalem
tükenmeye yüz tutmuştu, Pamuk Prenses masalları doldurmuyordu içimin odalarını,
daha çok birdenbire geceleyin karşıma çıkan kâbuslar dolduruyordu. O kadar da
korkunç değildi roman, başımı kitaplığa çarptığımda. Belki bu romanda tam da bu
saatte ölürüm umuduyla, okuyucunun umutsuzluğunu ölçmek istemiştim, patlamış
mısırla okunamayacak bir şeydi bu, film izler gibiydi hayaller, ucuz bir
sahnede âşık olacaktık, buluşma saatini kaçırmasaydık ya da biraz daha
beklemeyi akıl edebilseydik, gelmez diye hemen umutsuzluğa düşmeyiverseydik.
Hâlâ
çıldırmadıysam düşündüğüm şeyler var demektir, birilerini haklı bulma,
birilerini haksızlığın içinde bulmak gibi. Kendimi yerli, yersiz bir yerlerde
olacağımı düşünmek gibi… Her gün standart acılara uyanırken, çektiğin sızının
onda biri bile alışılmış değilken, değişken ruh hâlin her an biraz daha
törpüleniyor, sen o yarım yamalak ruhunla hâlâ bu düzensiz düzende var
olacağını mı sanıyorsun? Ah nasıl yanılıyorsun, nasıl kandırıyorlar, nasıl
yanılıyorum…
Geniş zamanlı
sancıların boyunu ve tarihini ölçemiyorum, konduramıyorum da bu duruma
matematik hesaplarını, rakamlar kesinliği, harfler de biraz kıvraklığı
gösteriyor, biraz da kırılganlığı. Mutlu olduğum yemekler yok artık, mutlu
olduğum sözler gibi, mutlu olduğum kuşlar da uçtu gitti, açtığında mutlu
olduğum çiçekler gibi, kahkahalar istemsizce dökülürken ağzımdan, tam zamanlı
bomba gibi patlıyor gözyaşlarım. Sahi ne kadar tanıdık değil mi yanaklarıma,
her gün sızan o ılıklık… Biraz bekleyince tuzun tanıdık yakması, dudakların
buna tanık olması. Hâlâ çıldırmadıysam henüz ağlayabildiğim içindir ve hâlâ
delirmediysem, bir gün delirip, kendimi yok etmek içindir.
Hiç
yazamayacağım bir romanın en sessiz kahramanı olarak konuşuyorum burada, beni
anlamalarını ummuyorum, görmelerini beklemediğim gibi. Arama, bulma ve kurtarma
çabaları da yersiz artık bu satırdan sonra. Ruhaniliğimden sıkılırken birileri,
ben de onların egolarından sıkıldım. İki kitap okuyarak edebiyatçı, iki manevi
sohbete katılarak nirvanaya ulaşılabiliyor artık, belki de bu yüzden hiç olan
yerimden, hiç kımıldamıyorum, başka sesleri taklit ederken bazıları, kendi
rengimle aynı renkte kanadım, rengimi gizlemedim, yüzümü de…
Acılar elbette
bir yere yerleşeceklerdi, en uygun yer gözlerimdi, büyüklerdi, izin verdim.
Varoluşumdaki çaresizliğe derman bulamadım, içimdeki kelimeler biraz daha
yaşasın diye buradayım. Nasıl böyle bir dizeye hâkim oldum bilmiyorum,
kanatlarım var sanıyordum, uçamıyordum, mutsuzum zannediyordum, durmadan
gülüyordum, insanlığımın huyunda varmış ters orantı. Yine de çok fazla kafa
yormadım, ellerimi üşüdüğümden sıcak masallara göndermiştim, gözlerimi büyülü
şiirlere, geriye saçma sapan bir ruhum kalmıştı, o da sıkılmıştı. Aklımda
kuşlar geziyordu, tutamıyordum onları, oysa benimsediğin, çok önemsediğin bir
şeye insan somut bir şekilde dokunabilmeliydi, dokunamamak laneti küçüklüğümden
beri peşimi bırakmamıştı. Zamansızlığımı düşünüyordum, zamansız gelişimi,
doğuşumu, büyüyüşümü, hiç birinin çözümü yoktu, sonra sızılar elle tutulur
olmaya başladı, yalnız gözümde değil, elimde, kalbimde, kollarımda, sırtımdaki
sızıda, her yerde büyüdüler. Ruhum çağını şaşırdı, varolduğum zamanla hiçbir
zaman örtüşemeyeceğim. Şu zamana sığamadığımdan, geçmişteki zamana sığınmayı
seçtim. Ama bir adım geriye gidemedim. En büyük zamansızlık aslında,
anlaşılamamak ve aynı zaman haksızlık…
Hayatın başka
ellerden düşme, parça parça hikâyelerden oluşan, bir kolajsa, ne yapabilirsin
ki? Hangi parçanın peşine düşebilir, hangi tarafını tamamlayabilirsin? Hayatını
hangi büyük cümleyle tanımlayabilir, ömrünü hikâyenin neresiyle
özetleyebilirsin?
Çoğu zaman hayat
değerliymiş gibi davranıyorum, ama onu avuçlarımda tutamıyorum, o beni değerli
olarak görmüyor, bilmiyor ya da, tıpkı benim bazı şeyleri yaparken düşünemediğim
gibi. Odamda rutubet var, sürekli var, yine de bitki çayları içiyorum, sağlıklı
beslenmeye çalışıyormuşum gibi yapıyorum, oysa her dakika sağlıksız geçiyor. Nedensiz,
bir şeyler beni kötü ederken, ben başka bir şeyleri iyi edebilir miyim
bilmiyorum, dokunan iç içe geçen parmaklarımla, iç organlarımın yerini
şaşırdığımdan beri, neyi ne kadar engelleyebilirim hiçbir fikrim yok. Ağrılarımın
nedenini içimde bir yerlerde arıyorum, iyi ki içimi göremiyorum. Damarlarım
yerli yerinde değil, kimisi kaymış, kimisi kurumuş, kalbimde bir tekleme,
ciğerimde delik var. Buna rağmen yüzümü güzel hissettiğim, ruhumu sağlıklı
bildiğim zamanlar da var, o zamanlar dünyanın değerli bir bireyiymişim gibi
budala bir his yapışıyor beynime, sonra
öyle olmadığını hatırlatacak muhakkak bir şey oluyor. O afili his, düğün
salonunda beş saat sonra dağılan salon gibi bomboş, kirli ve mide bulandırıcı
bir hisse dönüşüyor. Her şey kokuyor işte o zaman, mesela kelimeler, ismine
uygun kokuyor, çiçek kokusu çok az, tükenmiş, birileri çiçek kokularını alıp,
kendilerine saklamış muhakkak.
Yaşamak
istemediğim zamanlarda, mevsimi geçen bir çiçek gibi, kuruyup, ölüp, kalsam
öylece ve sonra başka bir bahara, upuzun bir zamana, dünya beni unutana kadar
yeniden açmasam…
Hayata siyah bir
ölüm masalının üzerinden tutunmak, tıpkı eldivenle gözyaşlarını silmek gibi…
Bir anlasaydınız
cinnetlerimi, bir anlasaydınız nasıl bir tabutun içinde sıkışıp, kaldığımı, bir
anlasaydınız gözlerimdeki hayal kırıklığının yerini artık yalnızca siyah bir
ölümün perdelediğini... Bir damla mutluluğu hayat bana çok gördü, üstelik çok
susamıştım. Şimdi ben kime neyin minnetini besleyeyim?
Uzun zamandır
işsizim, hayalsiz kaldım. Üzüntüden düşünecek hâlim, hayal kuracak takatim
kalmadı. Babamın ayakkabısıyla birlikte, bir örümcek sızıyor içeri eşikten. Yaz
akşamları kızıl kokuyor buralar, hanımeliyle karışık. Ben daha çok mor
kokuyorum. Hanımelinin ojesi kokuyor belki. Sonra bir tereddüt sarılmış
boynuma, bazı çiçekler çok konuşkan, bazı yıldızlar çok yakışıklı. Bazı heceler,
gecelerden daha derin. Bazı geceler çok üşüyorum, ağladığımdan belki, su
kaybediyorum. Gözyaşlarımı biriktirip, su torbasının içine zulalamak istiyorum.
Gülümsüyorum, böbreklerim bir kez daha kasılıyor, ben de katılıyorum onlara. Gülümsüyorum
çünkü bazen çok kırmızı kokuyorum, hanımelinin ellerini öpüyorum. Dudaklarım hanımeli
gibi gülümsüyor, çok gülüyorum çünkü bazı çiçekler çok âşık.
Bir Temmuz İki Bin On Altı 16 50
Nevin Akbulut
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder