14 Haziran 2016 Salı

Bulantı


Bazı şeyleri düşününce düşünemiyorum yani o bazı şeyleri düşününce başka hiçbir şey düşünemiyorum. Düşündüğünde gözlerinin önüne düşen o hayalimsi bir şey var ya, o ölmüş bende, düşünemiyorum. Düşünmeyi fiil olarak uyguluyorum ama devamında olması gereken şeyler yok. 

Nasıl karıştım böyle
İçimde bir şeyler birbirine girdi. 

İnsan olmanın şartıydı bu belki de, ben insanlıktan fazla karıştım, fazlaca iyilik sığdırdım içime, ağlamalarımı sakladım, şarkıları döktüm gözümden, içim fazla bulandı, dumandandı. Fazla sarsılmıştım. 

İçinden başka gidecek yeri olmayanların karışacağı tek yeri aklı değildir, içleri bulanır, içimde görüntümden bağımsız bir şey daha var, kendi kollarıyla kendine sarılmak nasıl sağlama alıyorsa insanı, öyle saklandım. Gidecek yerim yoktu, olmasın istedim, yokluğa bir yokluk daha ekledim, içimde yalnızlıklardan yastıklar var, her birine kediler oturuyor, kenarları güzel işlenmiş, dert bunlar. Ellerimde yaralar gelip, geçiyor. Zaman daha hızlı geçiyor yaralardan, adı yok zamanın ama yaraların var. Şehirlerden haberim yok, uzaklar umurumda değil, gerçek uzaklığı tanıdım ben, tanıdıkça öğrendim soğuğun ne olduğunu. Uzaklara dalıp gelmekten içim bulandı benim, kendime gelemedim. Uzaklardayken insan, asıl içine yabancılaşıyor, öyle güzel kaptırmışım ki kendimi, kendimi tanımayı bile ertelemişim ne zamandır. Ben olamamış herhangi bir şeyin parçası var içimde, bu yara bana ait değil. 

***

Özenli tarihleriniz, iş programlarınız, randevu defterleriniz, oraya buraya sıkıştırdığınız önemli notlarınız, lüksün içine batıp, çıkan, derme, çatma hayalleriniz beni hiç ilgilendirmiyor. Ben gidişlere takılı kalan gelişin yolunda ters yönde duran yolcu, sessiz ve biletsiz. Arkasını herkese ters dönmüş, düz odadaki yanlış sandalye, önemli tarihlerimi öldürdüler, zaman diye bir şey yok, önemsiz ama geçmek zorunda olan isimli günlerim var yalnızca. 

Ellerimdeki bu sıcaklık bana ait değil, bir yerden miras kalmış gibi, kendi sıcaklığımda üşümelerim izin vermiyor ısınmama. 

Eskiden balkondan saydığım uçaklar da yok artık ya da başka yerlere gidiyorlar artık. Büyük bir uçağa binip, gitme hayallerim suya düştü, sonra bir geminin pervanesi takıldı, umutlarım bir karabatağa yatak oldu. Büyük şiirler yazmak istiyorum, büyük kâğıtlara, dünyayı ateşe vermek istiyorum, içime kadar belki o zaman ısınırım, büyük yangınlar çıkıyor, küçük sokaklarda, hızla koşuyordum, oysa ömrüm boyunca ısınmayı dilemiştim. 

Bazen insanı büyüten bir gece oluyor
Bir daha hiç çocuk gibi olamıyor.

Göğsümde gerçek bir kalp taşıyordum, büyük. Naylon, şişirilmiş ya da yalandan kırmızı değildi. Kalbim kafesine sığmıyordu, içine birçok şey sığarken. Gerçek kalplerin ömrü fazla uzun sürmüyor bağlarından koptuğunda, bağlılıklarım öldürüyor beni. Gerçeklerle yaşanmıyor, herkes yeterince rolüne bürünmüşken, ben gerçeğimi yaşıyordum. Aldatılan figüranın kemikli sırtı ve düşen omuzlarının ağırlığı çöktü üzerime, yüzümü kaldıramadım, kimseye bakamadım, aslında görmek istediğim bir şey olduğunu zannetmiyordum, görmek beraberinde birçok sorumluluğu da getiriyor, gücüm yok. Papatya kadar beyaz kokuyorum, içimde bir yerlerde sarı bir şey olacak, hastalıklı bir papatyayım, beni kendim olmak öldürüyor, martılar kayıp, acıyorum. Bazı sözcükler harflerinden büyük, anlamının anlamını düşünüyorum, yoruluyorum, yoruyor beni kelimeler, anlamlar, anlamalar, anlayamamalar. Bazen ağlamak öldürüyor beni, hiç susmuyorum, susamayacağım zannediyorum, daha da çok ağlıyorum, korkuyorum. Martıların sesini uzun zamandır duymuyorum, üstelik çiçekler de kokmuyor artık, penceremin önündeki saksı da suskun ne zamandır, içine kar düştüğünden beri, dili tutuldu çiçeklerimin. İçim kurudu. 

Kötü anlarımı istemeyin benden, onlardan başka bir şeyim yok, siz bana her yaklaştığınızda onları almak için yaklaşıyorsunuz, biliyorum. Anısız kalmamı istiyorsunuz, hikâyemin yok olmasını istiyorsunuz…

Yeni bir kitaba başladım bu sabah, üzerimde elleri ceplerinde, yeşil manto. Yaşamıma meydan okuyordum, adının baş harfiyle, hiç bana ait olmayan bir isimle, o ismin suskunluğuyla, hiç yanında gülemeyişimle, tek başına herkesi kıskandıracak kadar neşemle ama olur olmaz hüzünlerimle, gördüğüm tüm lüzumsuzluklarla, fazlalıkların fazlaca yer aldığı eksikliklerle, dokunamadıklarıyla, ulaşamadıklarıyla ama en çok suskunluğumla… Fazladan lüzumsuz birkaç kırışık, çoktan biraz fazla kırıktı zamanlar, sonrası tüm cümle sadece teferruat.

Tüm isimler parantezin dışında kalsın ve sensiz başlayan her cümle soru işaretiyle son bulsun. Her gece yıldızlarla sohbete dalıyorum, oysa yağmurlu geceler, uyuyamıyorum. Eskilerden gelen bir şarkı pek eskimemiş gibi, sonra yeni bir şarkı, dinlenmekten eskimiş. Tedavülden kalan şu hikâye içime dokundu, sonra o hikâyeye benzeme telaşı, o öykünün içine girebilme umudu, bedenime sığamıyorken ben, sokaklara taşarken, taşınamazken, ufacık bir öyküye mi sığacağım? Her şeyi dışımda bırakma zorunluluğu, içimde umutlar, umutsuzuz oysa “keşke” kelimesi icat olduğundan beri, hepimiz pişmanız, yaşadığımıza, yaşayamadıklarımıza. Terk edilmişlik mızrağı saplanıyor her yanıma, inanmışlık ne fena, keşke’den bile fena. Kandırılmak değil de inanmak fena. Bunu kendimiz istiyoruz çünkü kendimize kendimiz ihanet ediyor, bir başkası değil. Artık yarımım, hiç sonu gelmeyen cümleler gibi, sadece başladım, yaşamaya başladığım anda anladım yaşamayı beceremediğimi. Ama bir kere doğunca, bir kere ağlayınca, bir kere gelince şu hayata bir daha geri dönülmüyor. 

Kaldırımda ölen zamanlar, ağaç diplerinde birikiyor. Günler ne çok, geçmiyor, geçenin yerine hep yenisi o ağacın altında büyüyor, rüzgâr çanına âşık, avazı çıktığı kadar, gücü yetene kadar, bağırıyor. Güller uykuda, güzel şeyler hep uyumalı bence, hep aynı kalmalı. Güzel şeyler başlar başlamaz bitmeli, tadında. Ben de seni tadında bıraktım, artık uzun yollara çıkabilirim, zaman diye bir derdim yok artık, seni zamanın gerisinde bıraktım, nasıl tüm zamanlarda seviyorsam, öyle bıraktım, kapının dışında, şehrimin dışında, kalbimin dışında. Dışarıda ama her yerde…

Dışarıdaki hayatla beni içime bağlayan bir köprüydün, ne zaman umutlu şeyler yazmaya kalksam senin hakkında, cümleyi bitiremiyorum, hep bir soğukluk üşüyorum. Beceremiyorum büyümeyi, renklerle oynuyorum, çocukluğumda daha canlı, şimdilerde her renk rengini yok sayıyor, ben uçurtmalarla oynuyorum. Kuyrukları rengârenk, sen mavi geliyorsun bana, gözlerimin içine damlayan, sana mektup yazmak istiyorum, ıslanıyor kâğıt kalem, kelamlar boşluğa dökülüyor, hep daldığımdan bunlar, küçüklüğümden beri dalarım.

Küçükken dalmalar yasaktı, topu kaçırınca arabanın altında kalabilirdim, bir dalmayla hayatım mahvolabilirdi, sonra kornalar, kalabalık konuşmalar, bağrışmalar sırf bu yüzden dalamadım, annemin terlikleri havada uçuştu, o terlikler hiç dalmama müsaade etmedi, her vurduğunda bir çiftten fazla kez vurdu. Büyüyünce de pek değişen bir şey olmadı. Dalmak, düşünmek yine yasak, terlikler havada uçuşmasa da, havadan kafama çok kere söz çarpıldı, çok kere fırça yedim, terlik yemesem de… Fren gıcırtıları, kornalar, sokaklar eşlik etti bu gereksiz kalabalığa, kaba olan her şey vardı bu kalabalıkta. Bir tek ben ait değildim, çokça çığlık, bol kahkaha bazen, çoğu zaman bağırtı, gürültü, ben sessizdim oysa. Sessizce dalmak istiyordum, gürültü izin vermiyordu, mümkün değildi bu kalabalıkta dalmak. İçimde küfürler birikiyor, dalamadığım için, dalsam hafifleyeceğim, rahatlayacağım, dalmak yasak, düşünmek de, ya konuşmak? 

Denemiyorum bile. İçim bulanıyor, konuşamadıklarımdan.


On Altı Ocak İki Bin On Beş 12 10
Nevin Akbulut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder