29 Haziran 2016 Çarşamba

Hazin Bir Haziran

“İçimin yandığı bir şarkısın artık. Nakaratlarında sabahladığım ve notalarını kokladığım. Ölümü yazıyorum, ama anlatılmıyor.”  

Gecenin tam ortası, havuzun tam dibi, perdelerin sallantıda olduğu bir an. Muhabbetin ne kadar anlamsız ve gereksiz olduğunu anladığında sabah ezanı okunuyordu, saçları darmadağınıktı. Yataktan kalkmaya teşebbüs ederse yanındaki uyanabilirdi, gerçi kimle uyumaya kalktıysa uyuyamıyordu, hep onlar uyuyordu. Biriyle uyuyabilmek onun için alışılagelmiş bir şeyi sindirmek gibiydi, bir o kadar da imkânsızdı, duyduğu güvensizlikten ya da o ânı bir kavanozun içine hapsetmek istediğinden, akvaryumlar hesaplıyordu içinden, üstelik karanlıkta uyuyamazdı. Uyuyanlar nasıl uyuyordu acaba? Camlara kustuğu, rüzgâra sustuğu zamanlardı kendine getiren. Acıyı en mutlu olduğu anda bile hissedebiliyordu, hissetmek için belki de uyumuyordu. Bu olmuştu ve o acıyı yaşaması gerekiyordu.

Pencerelerden bağımsız bir odada iki yatak, ama tek yatağı kaplayabilmişler ancak, o da tam kaplanılmamış, dünyada şu kadar yer kaplıyorlar, kime ne onların beraberliğinden? Omuzlara kadar örten çarşaf, kadının beyaz çarşaftan daha kirli beyaz omuzları, askılı tişörtüyle sıcağının iki katını hissettiği yatakta, adam yok gibi çoğu zaman, olması gereken bu belki de, adam yok, belki de olmaması gerekiyor. Adamın bir tek uzun parmakları var, şiir yazmalı bu parmaklar diye düşünüyor kadın ya da piyano çalabilmeli, mistik bir hava doluyor içine pencereden gelen oksijenle birlikte, dalga sesleri odayı biraz daha deniz dolduruyor.

Adam burnunu kadının omuzunun üzerindeki çukura dayıyor, kadın adamın gamzesine gömülmek istiyor, şuan, böyle, burada ölmek istiyor. Pencere aralığından ufak bir ışık sızıyor içeri ve odayı ortadan ikiye bölüyor. Kadın burada değil, kadın dalgaların içinde, boğuluyor, tam bu sırada başı yastıktan düşüyor, nefes darlığına, başka şeyler ekleniyor. Uyansa bile, uykuyla uyanıklık arasında kalacağını çok iyi biliyor, daha evvel de birkaç kere böyle olmuştu, ölmek istemişti. Ama ölmemişti, şöyle güzel zamanlarda öleceği yoktu zaten, nerede görülmüştü güzelce ölmek… Doğduğundan beri ucu ısırılmış bir elmanın hüzünlü sancısını duyuyordu. O yüzden belki de bir yanı hep ısırılmış, hep tüketilmiş gibiydi, iskeletine bir tek tahammülü kalmıştı. O ruhun üzerinde fazladan bir beden bile istemiyordu. Tüm bunları hissettiği hâlde, hiç de istemediği bir zaman diliminde, tüm zamanları sildirecek şekilde girip, oturmuştu hayatındaki alanın en başköşesine. Önemsediğini biliyor ama yine de hissettirmek istemiyordu. İçindeki şarkılardan tanıyordu onu, çocukluğundaki masallardan sanki biraz da kavuşamamanın o yersiz hüznü oturmuştu içine onunla birlikte. Üstelik bunca zaman geçmesine rağmen, nasıl da o zamanlardaki gibi taptaze hissedebiliyordu, bazı anlar yaşlanmıyordu ve bazı duygular hiç buruşmuyor, eskimiyordu. Zamanaşımı tam da burada dünyalarının dışında bir yerde pinekliyordu.

Gün doğuyor, ama güneş yok henüz. Bir arabanın fren sesi uyandırıyor adamı ilkin; “bugün hiç uyanmak istemiyorum” diyor. “Ben de” diye yanıtladığı hâlde kadın, aslında adamın duyarsızlığından sıkılıyor, yatakta bir geriniyor. İçinin acısını dinliyor biraz, yüzü ekşiyor. Her ne kadar uykuya düşkün olmasa da aslında sabahları daha huysuz oluyor ama şuan burada bunu dile getiremez hatta acıyan yerlerini de anlatamaz. Her ne kadar mutlu olsa da, pişman sabahlara uyanmak onun tavrı. Yine de gülümsemeye çalışıyor, gülümseyince üzerindeki çarşaf kadar masum oluyor, sabah doğan güneşin bebek yüzü gibi, akşam batan güneşler muhakkak yaşanmışlığı da götürür ve masumiyeti törpüler.

Adamın eli telefonunu aranıyor, her zamanki gibi, telefonsuz ve internetsiz bir dünya yok artık uzun zamandır, ama telefon da olmasa bu duruma, buralara gelebilirler miydi?

“Kış geliyor, yağmurlar çoğaldı” diyor. Kadın, karın ağrısından bahsediyor, böbreklerini üşütmesinden, ayaklarını hiç ısıtamadığından. Gitmesin istiyor, hep kalsın, adam rüzgârdan bahsediyor, lafı döndürüp, dolandırıp, gitmeye getiriyor. Gelirken hiç hayalini kurmadığı gitmelere…

Kadın güneşi sevmiyor, adam üşümeyi. “Üşüyor musun?” diye sorarken, bir görev zorunluluğu yerleşiyor adamın sesine, kadın yine gülümsüyor, adamın dayanamadığı acılarını düşünüyor, bunların küçüklüğünü, sonra da gözlerini, bu gözler hiç üzülmemeli, bu eller hep saklanmalı. Kadın dayanamadığı acıları ertelemişti, bu evin dışında bırakmıştı her şeyi, adam onları da getirmişti, yara bandı ya da merhem olsun istiyordu, oysa öyle bir zorunluluğu yoktu kadının. Kış hazirandan gelmeye başlıyor, en uzun günü atlattıktan sonra, felaketlerle birlikte. Günler kısalıyor, hava kararıyor, aynı şekilde yüreklere de daha az güneş vuruyor.

Adamın elleri ağustos diye geçiriyor içinden kadın, kendi elleri ocak gibi, adının sıcaklığıyla ters orantıda soğuk ocak ayı, hatta buz. Ama içindeki şarkıları yaktığı yerde başlıyor her şey. Isınıyor o zaman, Yazıp da ona okuyamadığı şiirlerde besliyor aşkını, o hiç bilmiyor. Nakaratlarında sabahladığı, her bir harfine âşık olduğu adamı artık tanıyamıyor. Onu tanıdıkça kendine yabancılaşmıştı oysa şimdi olsa da bir boşluk içinde, olmasa da bir acı. İkisi aynı. Nereye koyacağını bilmiyor onu ve nasıl tanımlayacağını, suçlu olmadığı hâlde bir çekinme yerleşiyor içine, nedensiz. Bastırılmış bir çocukluğun verdiği eziklikle, her yerde aynı duygu çıkıyor karşısına, bunu yenemiyor, yenemeyecek belki de. Yenmenin tek yolu, hiç kimseye inanmamak…

Odanın kasveti yuva yapıyor içine, bu odayı hiç bu kadar kasvetli düşünmemişti, çok yağmurlu günlerde bile, camı açar, sokakta kaçışan insanları izlerdi, dalgayla yağmurun kavgalarını dinler şiir yazardı, kopuk bir hikâyenin buralara geleceğini hiç bilemezdi.

Sessizce doğruldu kadın, başını hafif soluna çevirerek belli belirsiz bir gülümseme yerleştirdi yüzüne, yine de ne olursa olsun kırmak istemiyordu, kırmak çünkü daha büyük kırılmaları getiriyordu. Bir kırgınlık daha kaldıracak gücü yoktu, belli etmese de… Bunca zaman içinde bunu öğrenmiş ve tecrübe etmişti.

Adam telaşlandı, bir daha görüşmeyi dilemeler, yalnızlığından korkmuştu, karanlığında tek başına canı çok sıkılacaktı. Kadın içerideki odaya gitti, yukarıya kadar toplanan şortunun paçalarını düzeltirken, kedisi uyanmıştı. Bacaklarına sürtündü kedi, kuyruğunu kaldırırken. Acıkmıştı, eğildi avuçlarının arasına aldı güzel yüzünü, önce bıyıklarını okşadı, sonra yüzünü sıktı, gözlerini gözlerine dikerken, asırlardır süregelen bir sırrı fısıldar gibi; aşk esarettir, hissetmek cezadır” dedi.

Koyu pembe renkli mama kabına, güzel mamalardan doldurdu, sonra da suyunu değiştirdi. Adam toparlanıyordu, yüzüne yapmacık ve borçlu gülümsemesiyle birlikte her şeyini alıp, gidecekti, kemerinin tokasını takarken, bu işi burada bitirmenin verdiği o saçma huzurla birlikte cebine telefonunu attı, pantolonunu giyerken bozuk paralarını düşürmüştü kadının hırkası yerde olduğu için de parkelerde yuvarlanma sesi duyulmamıştı. Kapının oraya geldi, ayakkabılarını giymeye çalışıyordu, bir yandan da kadını bekliyordu, ayrılmak için. Öylesine bir “Allahaısmarladık” la birlikte büyük bir vedanın derdinden kurtulacaktı çünkü büyük şeylere üşenirdi, büyük vedalardan, büyük bağırmalardan, büyük kavgalardan ve büyük sözlerden. Yorulurdu. Nasıl yorulmasındı?

Hayat zaten başlı başına bir yorulma yeriydi, üstelik benim, onun, şunun, bunun aşkından, bunalımlarından daha büyük sorunları vardı, insan böyle şeylere üzülmeye, kendini paralamaya utanırdı. Zaman böyle bir zamandı, kendine ait küçük dertleri, topluma dair büyük dertlerin içinde küçük bir buz parçasının kocaman kor ateşin içinde erimesi gibi yok oluyordu.

Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir veda bunca iğrenç olmamalıydı. “iyi yolculuklar bitanem”in anlamı bu olamazdı, böyle öğrenmemişti ve hiçbir cümle terk edilmeyi bu kadar riyakâr, bu kadar ikiyüzlü bir şekilde anlatamazdı.



Yirmi Dokuz Haziran İki Bin On Altı 17:30
Nevin Akbulut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder