7 Haziran 2016 Salı

Travmatik Mevzular



Yeni öyküler, geçmişe öykünmek içindir.

Yara bantlarının yarayla bir akrabalığı vardı, sarıyor, öpüyor, iyileştiriyordu, başka bir yaradan kalmıştım, içim geçmişti, biraz da uyuşmuştum, birinin mirasıydı bu yara ve en iyi şekilde muhafaza ediyordum. 
Yaraların oluşum tarihi vardır, ne zaman, ne için ve ne kadar süreceği, hiç belli olmaz. O hastanedeki ilk günümdü, en kötü o günümün o gün olduğuna yeminler edebilirdim, tamamen belirsizliğin dibinde, üstelik çocuktum, acıların bana birkaç beden büyük geldiğini henüz öğrenmemiştim, sessizce kabullenmiştim, tüm doktorları kurtarıcı olarak da görüyordum, iki yıl teşhisim konulamayıp, bana ne olduğunu bulamadıkları hâlde. O zamanlar içime Allah öyle bir umut yerleştirmiş, sonraları bu umut, kenarlarından kemirilerek uzaklaştı benden. O gün ne olduğunu bilmeden yine başka bir hastanede ameliyata alınacaktım, en az son on iki saat aç kalmam gerekiyordu, sanırım akşam en son yemeğimi saat dokuzda yemiştim, tabi yemek mi beni yemişti orasını bilmiyorum, hiç ama hiç iştahım yoktu uzun zamandır. Yemeklerden, içeceklerden tiksinerek kaçıyordum, o zamanlarda nelerden hoşlanıyordum, hoşlanabileceğim bir şey var mıydı onu bile bilmiyorum. Beni dört hastalı bir koğuşa aldılar, koğuş diyorum çünkü gerçekten koğuş. Küçük bir kızın psikolojisini hiç düşünmeden, üstelik o hastanede daha ilk günüm ve hayatımda tecrübe diyebileceğim yaşa daha gelmemişim. Yatağımda çoraplarımla ve pantolonumla oturuyordum. Etrafıma bakmamaya çalışıyordum çünkü baktığım her şey önce beni umutsuzluğa ardından üzüntüye ve sonra da midemi bulandırmaya başlıyordu. 

Kapı açıldığında en baştaki yatak benim yatağımmış. Üç hasta daha var benden başka, kimisinin direnleri takılı, kimisinin aklı kayıp, bir tane hasta da yoğun bakımda, yeni ameliyattan çıkmış. Bu arada koğuşun değil sadece, hastanenin de en küçük hastasıyım. Yoğun bakımda ayılmadan hastayı bizim odaya getirdiler, yaşlıydı belki de o yüzden ayılamadı, ne var ki bunları canlı canlı görüyordum. Elimden bir şey gelmiyordu, fenalaşmaktan başka. Kadıncağız yatağında fenalaştı, daha doğrusu can çekişmeye başladı, hemşireler ruhsuz bir şekilde geldiler, baktılar, aletleri getirdiler hızlı hızlı. Sonra doktor da geldi, kalp masajı yapmaya başladılar, yanımda birisi can çekişiyordu ve o zamanlar hayatımın en büyük travması zannediyordum bunu, daha sonra daha büyükleri olacaktı. Sonra ayağa kalktım, ellerim titriyordu, dudağım büzülmüştü, başım yerde, gözümden istemsiz yaşlar dökülüyordu, aynı hızla hem ateş gelmeye hem de tansiyonumu yitirmeye başladım, koridora zor attım kendimi ve duvara yaslanırken, çok rahat bir yermiş gibi bayılmaya başladım. En son yere çöktüğümü hatırlıyorum gerisi yok. O kalabalıkta beni nasıl fark edebildiler bilmiyorum ama uyandığımda yatağımdaydım, kolumda serum vardı, gözlerim acıyordu, başım ağrıyordu o hasta kadın da yatağında yoktu. 

Bizim için çok kötü olan şeyler, birileri doğallıkla karşılıyor, belki de karşılamak zorunda. Benim için hayatın sonu olan şeyler, birileri için tamamen sıradan şeyler, ben kendi canımın sıkıldığı yerden koparmak isterken, onlar gülümseyebiliyor. 

Pencereye yakın bir yerde olsam, aşağıdaki insanların telaşlı koşturmalarını özlerdim, iyi ki pencere kenarında değildi yatağım. İnsan o durumda pencereden dışarıya baktığında, umutlanabiliyor, bir an olsun durumunu unutabiliyor bu da boş bir teselliden başka bir şey değil, tekrar başını çevirdiğinde, karşılaştığın hasta yatağın, yüzüne gerçeği çarpıyor, soğuk duş etkisi gibi sersemliyorsun, çığlık atmak istiyorsun ama burası hastane, atamazsın. 
Kendimi böyle zamanlarda hiçbir şeye yaramayan, öylece bomboş oturan eski bir koltuk gibi hissederim. Böğürmenin ötesine geçtiğim zamanlar da oldu, toparlamaya başladığımı zannettiğim anlar da. Doktorların gelip, teselli veriyormuş gibi yapmaları ve benim o küçük yaşıma rağmen bu sahtekârlığı fark ettiğimi, içimden onlarla aslında dalga geçtiğimi ve onların da hiç umursamadığını biliyordum. Korkmuyordum, ne sürekli sokulmaya çalışıldığım makinalardan, (daha adlarını söyleyemiyordum) ne sürekli alınan kan ve parçalardan. Nasıl bir metanet verilmişse o anlarda bana, şimdi nereye gitti o sabırlarım, şükürlerim bilmiyorum. 

Annemin kekini, bir ağız tadıyla bir boğaz lezzetiyle yiyemiyordum, yutkunamıyordum. Pudingten başka bir şey kaymıyordu boğazımdan. Hiçbir şeyin tadı yoktu, içtiğim suyun bile, onu da pipetle ancak yutabiliyordum, uzun süre böyle olunca her şey bana da normalmiş gibi gelmeye başlamıştı. Zayıflığım bile normalleşmişti artık gözümde, boydan ayna yoktu hastanede. Göremiyordum, hep aynı tip eşofmanları giydiğim için ve beli ipli olduğu için, o ipi ne kadar sıktığımı da anlamıyordum. Zamanla girilen ameliyatlara, gece telaşla sakinleştirici almalara, ameliyata hazırlanmalara, çekmecemdeki permatik ve bir sürü pipete, kitap ve defterlerin olması gereken yerde, ilaç ve peçete rulolarının olmasına, bir adet kolonyaya, kollarımdaki morluklara, hep aynı kutu meyve sularına, erken edilen kahvaltılara, (hiç yiyemiyordum) gece bağırtılarına da alıştım. Odamdaki aklı yerinde olmayan kadıncağızın gece çığlıklarına, sandalyeyi vurmasına, korkuyla uyuyakaldığımda, yatağıma çarpan beyaz plastik sandalyeye, işte bir tek buna, bu korkuya alışamadım. Bunu bünyem kaldıramadı. 

Sonra taburcu olduğumda, -ki aslında hiç taburcu olamamış, hiç iyileşememişim, daha da çoğalmış rahatsızlığım. Arada hafta sonları moralim düzelsin diye eve gönderiyorlardı, kolumda damar yollarıyla, çıkarken mutlu oluyordum, dışarıya çıkabildim diye ama dışarı çıktığımda aslında her şey daha zorlaşıyor, insanların bakışları rahatsız ediyor, kendimi daha da yabancı hissetmeme neden oluyordu. Sorun insanın içindeyse, o sorunu her yerde görebiliyordu, etrafım sorun doluydu. 

Doktorların; “kendine iyi bak, üzme hiçbir şey için kendini, canın ne istiyorsa onu yap, tatile git, gitmek istediğin yerleri ziyaret et, seni ne mutlu ediyorsa onu yap” diye nasihat vermeleri, sanki yarın ölecekmişim de son günlerimi iyi, mutlu ve huzurlu geçirmem gerekiyormuş gibi söylemeleri… Yüzündeki bilmiş gülümseme, sanki dışarıda mutlu olunabiliyormuş gibi, sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi konuşması sinirime dokunmuştu yeterince. Ama belli etmedim, edemezdim, oraya kim bilir daha ne kadar gidecektim, bunu içimde hissediyordum. Haklıydım, haksız olmayı içimden dilediğim hâlde. 

Gülmeye sanırım böylelikle alıştım. İçimden intihar parçaları koparken, yüzüm gülmeyi, dilim susmayı öğrendi, öyle olması gerekiyordu, durumun ciddiyetiyle ancak böyle baş edebiliyordum. Hayattan dileğim, araba görünümlü yataklar ya da sindy bebek çocuk odaları değildi, sadece rahatça nefes alabilmekti tek dileğim, vücudumda olması gereken doğallığıyla birlikte, bir alete ya da bir ilaca ihtiyaç duymadan. 

Küçükken çocuk hayalleri kuramadığımdan belki de şimdi, büyüdükçe çocuk gibi hayaller kurmaya başladım. Büyüdüm mü? Evet büyüdüm. İntihar da etmedim, o pencereden kendimi de atmadım, bir şey de olmadı bana. Ama şimdi öylesine yaşıyormuş gibi bir durum söz konusu, çok takılmıyorum ama sinirleniyorum tüm duygusuzluklara. Herkese muhakkak yaşına göre davranılması gerektiğini çok iyi öğrendim. Herkesin küçücük gördüğü şeyler, çocuklar için ne kadar büyük travmalar yaratıyor ve bunlar ne kadar büyürlerse büyüsünler, geçmiyor, iyileşmiyor... Diğer yaralar kapanıyor ama onlar bir iz, sürekli kendiyle birlikte her yere gelen bir geçmiş olarak yaşıyor. 

Üç Haziran İki Bin On Altı 12 00
Nevin Akbulut


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder