14 Haziran 2016 Salı

İçsel Kavgalar


Yaranın üzerine yattığında, yaranın acımaması ve bedeninin o acıdan beslenmesi, aç kalması düşüncelerinin, sevdiklerimizi kaybettiğimizde, içimizde eksilen şeyler, kırkında acıya alışmak, kırk gün sonra, artık oranın eskisi gibi acımadığını anlamak. 

Ama acının varlığının, yokluğundan daha çok hissedilir olması. Kirli beyaz elbiselerimin dünyaya olan bağlılığından ve ilişkisinden. Bedenimi sıkan şeylerden, “ben” diyenlerden sıkılmalarım, tekrarlardan bunalmalarım, dokunmasından bana ait olmayan şeylerin ya da ait olamadığım yerlerde uyanmak, bunlardan ne kadar ok var dediğim şikayet cümlelerim, bir gün hepsinin sonu olacağı inancı, elli yıl sonrası olmayacak düşlerimin, hastalıktan değil de, sarhoşluktan yakınmalar ve insan ansızın her gün baktığı aynaya, aslında başka bir biçimde yakalanır. 

Yarım bırakmasaydım cümleleri, hiçbir şeyi tamamlayamazdım, yoksunluk bu, onun yoksunluğu. Kırk günü atlatınca, kırk yılı bekliyor insan, daha erken gideceğini bildiği hâlde. Ruhumla ciddi sorunlarım var ya da onun benimle olan sorunları yüzünden, anlaşamamak, içimin kalabalığıyla kavgaya girsem, yenileceğimi biliyorum, o yüzden girmiyorum içsel kavgalarıma. Uyum sağlayamasam da, susmayı becerebiliyorum hem burada kimse konuşmamı da istemiyor ya da umursamıyorlar. Kimsenin kimseyle içtenlikle konuşup, anlatamayacağı zamanlara denk geldi doğumum, ölümü düşünüyorum, sesimden çok burnum nemli, selpak taşımayı sevmiyorum, şemsiye gibi, ıslanacağımı bilerek şemsiyesiz çıkıyorum sokağa, yağmurdan da nasibimi almalıyım her hazin son ve hüzünden aldığım gibi, sarı yapraklar, eylül dökülüyor sanki içimden. Yılların birkaç ayı eksik, ben kötü hissettikçe, yaşayamıyorum. İyi kitaplar iyi gelmiyor insana, bilincindeki sarhoşluktan ayılıyorsun. Gerçek aynada yüzüne vuran, karanlıktaki o gözlerini kamaştıran ışık, yaşamımız çok sahte. 

Bir tek satır söylemezken, sayfalar dolusu susarsın bazen, hayatlar kere hayaller doldurur içini, içinde ölen hayatlar canlanan hatıralardan fazladır, ölüler canlılardan daha fazla yaşadıkça değişemeyiz, hiçbir şeyi herhangi bir şeyle değiştiremeyiz, yitiremeyiz de o hayaller yettiği sürece. Takvimleri çizmeyi unuttuk uzun zaman önce, hatırlanabilecek kırmızı bir tarihimiz olmadı belki de… İçimdeki çocuklarla oyun oynuyorum günün ya da gecenin belli saatlerinde, simsiyah bazı geceler, kendim söz konusu olduğumda herhangi bir sohbette umursamıyorum, kendime o kadar yabancıyım, başkasının hayatı geçiyor film şeridi gibi gözlerimden, başkasının hayatını yaşamış olmalıyım, kendi hayatımı susmuş olduğum gibi... Delilik bu dediğim her şeyin arkasına sığınıyorum, aklıma sığmıyorum çoğunlukla, güzel mor ve kırmızı bir köşede oturmak istiyorum, yüzümün renksizliği, karanlığa karışırken. Koşturmalı mesai saatleri kendime kalmamı önlüyor, iyi ki yapıyor bunu. Yoksa içimin yoğunluğunda kaybolur, giderdim, merkezi sokaklara benzemez kaybolmalarım, sabahları kalkıp, rahatça kahvaltı hazırlayabileceğim bir ev olmadığı sürece, kendimi yakın hissetmeyeceğim yaşamaya. Oysa yaşamak kahvaltıyla başlar, kahvaltı her şeydir, rengarenk yapar sabahları, mutlu yapar, iyi hissettirir falan… Cephesi süslü evlerin sessizliği, insanı seyrettiriyor, kimsenin bilmediği bir şeyi kendi içinden bağırırsın, ne farkı olur ki içinden bağırmalarının ve çığlıklarının, kimse duyamadıktan sonra? En çok kendimle ettiğim kavgaları, göğüs ağrısını hayra yormalarım, sızlanmalarım, gülücüklerim, suskunluklarım, kimsenin bilmediği, akşam oldukça gölgelerin uzadığı, sokakların büyüyüp, gökyüzüne ulaştığı, “ben de yıldızlara ulaşır”mıyım? Sorularım, söylediğim kötü şarkılar, aldandığım hikâyeler ve katletmek istediğim hayaller, şiirlere dokunamam, dokunamıyorum, onların ruhumda dokunulmazlığı var ve ben uzun zamandır plansız okuyorum, plansız yaşıyorum. Her gece kendimi öldürüyorum, her sabah tamir etmeye çalışıyorum. Pazar kahvaltıları gibi özlemlerim var, banyo kapısının koluna asılı, dantelli havlular, kimse bilmiyor ama sımsıcak, içi yünlü terlikleri de özledim. Özlemek için bana ait olması gerekmiyor, sevmek için de…

En severek kurduğum cümlenin geçmiş zaman ekisin artık. Küfrettiğim zaman, ayaklarımı terlikten çıkaramamalarım ve üşümelerim, cam kenarından beklemelerim ve sabahlayamamalarım, umut etmekten sıkılmalarım, gidememelerim, gelememelerin, bir kör kuyuda biriktirdiğim yalvarmalarım ve yüzüne kusmak istediklerimi, içime gömmelerim… Okurken, çok beğendiğim bir cümleyi masa başında bırakıp, unutmalarım, saatin tik tak seslerinin gittikçe büyüyüp, kulaklarımdan girip, beynimi tüketmesi, giderek her şeyin, her kötü şeyin büyümesi ve çoğalması. İçimin daralması, içimdeki varlığının hesapsızlığı ve devamlılığı. İçimdeki sesimin öğürtülerinden sıkıldım, ciğerlerim kusamadıklarına ağrıyor, omuzlarımı sarsacak hâlim bile yok ne zamandır, ağlamalarım gittikçe sessizliğe bürünüyor, ait olamadığım hayatı yaşamanın ya da yaşayamamanın haksızlığı omuzlarımda, ellerimin gittikçe zayıflaması ve parmaklarımın şişmesi, dayanıksızlığım, içimin hep sıkılması, kaşlarımın kızgınlığı ve gülebilen insanlara olan öfkem, dinmiyor, dinlemiyor içim beni. Gitmekle, kalmak arasındaki sessiz ikilemlerin, çelişkisinin bedelini ödemelerim, ödeyip de bitiremediklerim. Yanındaki acizliğime olan öfkem ve şaşırmalarım, gittikçe küçülmelerim, büyüyememelerim. Oysa herkes uzun zamandır büyüdüğümü düşünüyor, düşündükleri için büyüyemiyorum, içimdekileri dâhil, dünyadaki herkesi kendime yalancı çıkarma telâşı, içimdeki diğer şeylerin yabancılığı ve yabansılığı. İsteklerimin körlüğü ve yol şaşırmalarım, bildiğim yolların bildiklerim olmadığı ve kaybolmalarım, karşılaşmamam gereken yerde karşılaştıklarım, yeniden öfkem ve hayretim. İçimde açık bıraktığım kapılar ve kapattığım pencereler, artık beklemediğim izlenimini vermek istiyorum. Beklerken güçsüzüm çünkü zayıfım. Olmaması gereken yerde, gün gibi aydınlanan kelimeler, karanlığa alıştığım anda, gözlerimi kör edişleri. Hiçbir hayvanı çocuğu gibi sevemeyenler, okşayamayanlar, sevgiden yoksunlukları benim gözümde yoksul yapıyor onları. Nasıl kimsesizler, haykırırken ve bağırırken, nasıl da sessizler. Ayaklarım çıkamadığım yolculukların gayreti içinde, yorulacağımı bilerek sevmelerim, teslim oluşlarım. İçim mezar kalabalığı ve karışıklığı, içimdeki çiçekleri okşayamadınız hiç. İçimdeki çocuğun gözlerini göremediniz, nasıl kördünüz sahi, nasıl zamansız düştünüz. Düş. Hayatıma attığınız çentiklerin üzerini bambaşka bir çizgiyle kapatma telaşım, nasıl beceriyordum ayakta durmayı, kalbim bu kadar kırıkken… Bazı sorular bazı cevaplara denk gelmiyor ve bazı soruların sonunda soru işareti olmuyor. İçimde geçmişten kalan sevaplarla yaşıyorum ve geleceğin günahları, içimden dışarı çıkmak istemiyorum. Ayaklarımın basabildiği yer ile gökyüzü arasındaki, o kalın mesafe nasıl küçültüyor beni, yok olmak istiyorum. Her varlığa, her saçmalığa, her nefese rağmen yok olmalı düşlerim. Adını içimde koyduğum, dilimle bir türlü ifade edemediğim o şey, lodos alıp gitti, içimdeki yerinin penceresini, öyle açığa çıktın ki, dalgalar ve rüzgâr öyle bağırdı ki, içimden düştün, duyamadın, sustum. 



On İki Kasım İki Bin On Beş 17 00
Nevin Akbulut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder