14 Haziran 2016 Salı

Hayalkeş'in Romanı



Kendi yaraların varken
Başkasının yanıklarını üfleyemezsin!

Sen yine benden şanslısın Umay, sen ölürken annen sana hiç kızmıyormuş, bana herkes kızıyor, bir ağız tadıyla ölemedim gitti, sonun başlangıcı ölüm, biliyorum ama gidemiyorum o sona. Ölmeme fırsat vermiyorlar ama her geçen gün öldürecek şeyler yapmaya devam ediyorlar, böyle ne kadar yaşanılabilir ki? Bir ayağım çukurda değil benim, belki mezara bile girdim ama ölemedim. İkilemde bırakıyorlar beni, oysa beni kendi hâlime bıraksalar, ne güzel ölürdüm, huzur içinde, ecel yatağı denilen salıncakta… 

Üç noktalardan öteye gidemedim, son günlerde cümlelerim hep ünlemle sonlanıyor, kızıyor muyum bilmiyorum ama benimki daha çok alışamamak, küskünlük, kırgınlık gibi öyle bir şey. 

Hem içimdeki huzuru alıyorlar hem de ölmeme izin vermiyorlar, huzursuz bir insan nasıl ve ne kadar yaşayabilir ki? Bir insanın huzurunu alacağına canını al daha iyi. 

Sen yine benden oldukça şanslısın, ölmek için kimseye sorman gerekmemiş, ama ben? Esasında ben de sormadım ama fırsat vermediler, bırakmadılar, zaten ne yapmak istesem hiç birine izin vermediler, her şeyi ölüme yüklemek yetersiz olurdu, kendime bırakmadılar. Şimdi şu cinnet anlarım ileride bir gün geçecek mi, puslu bir aynanın ardından gülümseyerek hatırlayacak mıyım bilmiyorum, gamzelerimi çıkardım, artık gülsem de o kadar estetik durmaz yüzümde, ölenlerin ardından biz de biraz ölüyoruz, sarı bir heyecanla, beyaz bir şokla. Her gün bir şeyimiz eksiliyor, bazen sabahlarımız bile, bazen gecelerimiz yeniyor, bazen ışığımızı çalıyorlar, ya gözlerimizin feri? Ne zamandır kaçaklarda oynuyor? Işıkta dans edebiliyorlar mı?

Geçip giden tek şey yelkovan ve onu kovalayan akrep, bir de biz büyüdükçe uzaklaştığımız insanlar, bizim bıraktıklarımız, onların bıraktıkları… Artmıyoruz aksine eksiliyoruz, eskileri andıkça eksikliğimizi vuruyoruz aynaya. 

Hasta bir babanız varsa, muhakkak sinirli bir anneye hazır olmalısınız, baba öksürükleri çoğaldıkça anne ilgisi azalır. Baba öksürükleri arttıkça anne asabiyeti artar ve her şeyin sorumlusu sizmişsiniz gibi bir suçluluk duygusu hep oturur içinize, çöreklenir, işte bu hiç geçmez. Böyle bir ailede yetişiyorsanız pek tabii hasta olmaya adaysınız ya bedensel olarak ya da ruhsal olarak. Ben sanırım ikincisini seçtim, elimde olarak ya da olmayarak. Ruhumu korudum ben, o hasta olsun istemedim, gayet yumuşaktım, tanıştığım sertliklere rağmen. Neticede hep bir şeyleri toparlamak durumunda kaldım, hâlbuki içim dağınıktı, darmadağınıktı.

Istırap; gecenin yalnız geçmesi değildir, korkulu kâbuslar da değildir, Istırap; üç tane yastığı üst üste koyduğun halde, nefes alamamaktır, istemediğin halde kafanın o yastıklar üzerinde çukur açması ve o çukurun betonlaşmasıdır... 

Sağa sola dönmek de değildir, dönememektir... Kısıtlanmaktır.

Bazı hastalıklar genetiktir ve bazı acılar fazlasıyla kişiseldir, karışılamaz.

Birkaç satırlık bir kitap yazmak isterdim, hayallerimin özeti çok ağlayanlar listesinin başında olurdu, yazmak beni ağlatır, ağlarken neye ağladığımı bile unutturur ama ağlamak sürekli, usulca ve devamlı sakin bir şey bende, gözlerime takılırım mesela, şişmesine, nedenler unutulmuştur, kırmızılığına takılırım, sonra gözlerimin ela olmasına, yaşlılığına… 

Pencereden bakınca fazla zengin hayat
Sürahi kapağından bakınca, temiz, güvenli, billur. 
Kapıdan dışarı adım atınca hayat, fazla korkunç. Hep bir risk kaza ya da kader ya da bilinçli, maktul

Tüm bunlar bana makul gelmiyor, ben şimdi nerede durayım? 

Bazı gerçekleri gerçek haliyle kaldıramadığımdan, hayalleştirdim, korkak bir hayalperverim ben, onları ağırlamaktan başka elimden bir şey gelmedi, hoş hayalin ötesine de geçmelerine yardım edemedim. Hayallerim hep misafirlikten fazla kaldılar, yatıya geldiler. Romanıma bunu da yazacağım, en kederlisinden. Düş ve hayallerin yetiştirdiği bir romanım ben, anne-babanın daha fazla bakamadığı… Yatıya gelen düşlerimi de sahiplendim, geriye sahipleneceğim başka bir şey kalmadı. Bir de ölüm, son yolculuk uğurlaması, onu hep omuzumda taşıyorum, bir kuş gibi… Yaşamak isteğiyle her gün kendimizi ölüme sürüklüyoruz. 

Bazen kaçmak gerekli, yaşadıklarından, yaşayamadıklarından, arada saklanılmalı, yakalandığını umduğun her şeyden, belki o anlık kaçışlar bizi kendimize getirebilir. Bazen gitmeli, herkesin lafını ağzında bırakıp, hayatın “dur” tuşuna bile basmadan, gerekirse kendi kendine konuşmalı, bağırmalı ama birilerini susturmasını bilmeli. Çünkü herkes konuşacak bir şey bulacaktır her zaman. Bazen yükseklere çıkmalı, bulutlara karışıp, uçmalı gerekirse, beyninin uğultularından kulakların sağır oluncaya kadar, anlık sağırlıklar bile bazen işe yarıyor, kesin. Kendini önemse en çok ve sevdiğin insanlara da özen göster, ama kendinden çok değil. Kimse seni kendin kadar düşünemez.

Basit şeyler yüzünden gidenler, arkalarında büyük yaygara koparırlar, asıl büyük nedenler için gidenler ise, sadece sessizlik bırakırlar…

İçim; bira köpüğü gibi hırçınca köpürürken, ben; Kadıköy vapurunun kıyıya vuran masum köpükleri gibi sessizce oturuyorum. İçimdeki dalgalardan köpüklerin bile haberi yok. 

Öykümü derin bir boşluğa benzetiyorum, açıklaması uzun bir roman. Geçmişi bilinen, geleceği belirsiz, geniş zamandan öteye gidemedim. İki şarkı arası şiir benim hayatım… 

Hayret! Ne zamandır kayıptı gamzelerim, gülmeyi unuttum. 

Buralar hep yağmur
Beni sorarsan; unuttuklarım arasında en çok "gamzelerim" yer alıyor!

Gülmeyi hatırlamadıkça, sorun yok!
Daha bir ünlemli cümleler kullanıyorum artık...



Yirmi Şubat İki Bin On Beş 14 20
Nevin Akbulut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder