22 Haziran 2016 Çarşamba

Kumdan Hikâyeler

Fırtınalı gecelerde diğerlerini ayıran bir şey vardır, hep kopan anları hatırlatır bu geceler, görselde yaptığı gibi, bir dalı ağacından ayırmak gibi koparır atar bir çoğunu, o dalın üzerindeki yapraklar kadar masumuzdur, sadece sürükleniyoruzdur ve nereye gideceğimizi bilemeyiz, hayatta başımıza ne geleceğini bilemediğimiz gibi…

Gelecek karşısında herkes masum, geçmiş karşısında herkes biraz suçludur. Burada sonbaharın vefasından dem vurabiliriz; hiç gecikmez soğuklar, hep zamanında gelir, yapraklar hep fazladan dökülür, içimi hırpalar tüm bunlar. Kış soğuk kuşandı, içimiz üşüyor, hiçbir kıyafetin ısıtamayacağı zamanların geldiğini hissediyoruz, biraz daha üşüyerek.

Üşümekte kusursuzdum, buna boyun eğmede kusurlu ve bu yüzden de az hasarlıydım. Kum taneleri eriyip birlik oluşturduğundan beri, daha şeffaf dışarısı, cam gibi. Gözle görüp, yürekle inanmadıkça hiç anlamı yok gerçeklerin, yüreğin üzerindeki ölü toprağı bölüp pay ettim, serpiştirdim az biraz tüm kentlere, kumdan kentler bir fırtına ile saçıldı dalgalara. Yılların unutma çabası nankörlük edip, tek günde hatırlatır kendini, böyle bir anda, ne olduğunu, ne zaman unuttuğunu, ne kadar zamandır hatırında olduğunu anlayamazsın. Hatırı sayılır zamanların da artık hatırı kalmamıştır, acıtır. İnfazda tam kanun uygulanır bu fırtınalı gecelerde.

Aynı kelimeleri kullanmaktan sıkıldığım kadar sıkıldım aynı zamanları aynı zarfın içinde biriktirmekten, bundan kaçınıyorum, acılarımdan kaçınır gibi, çünkü aynı kelimeler sadece geçmişi kanatır.

Harcamalıyım bolca zamanı, zamanın içindeki geçmişi, biriktirdikçe geçmişte kalmıyor çünkü o zamanlar, tümü ceplerinde birikiyor, her an dilinin ucundan dökülmeye hazır sözcükler gibi. Telafisi olmayan zamanları anmak sadece ilerinin önüne serilen karanlık gibidir, tutamam kum tanelerini, onları yarama basmak isterdim tutabilseydim ve her birisi sadık kalabilseydi avuçlarıma, bir dalgaya yenik düşmeselerdi…

Adını kendi dilimle içine duyurduğum şehirler, nasıl yoksul, nasıl perişan? Yetmiyor hiçbir sözcük duyurmaya adını ve doyurmaya uzakları. Söylediklerini unutamamışlığım var yeryüzünün en yüksek hücreli duvarlarında yankılanıyor sesin, sesim öyle sessiz ki, çıt bile çıkarmıyorum, sesin silinmesin diye kulaklarımdan, bunu senin bilmişliğin yok yalnızca unutmuşluğun var ve bu unutmaların umutsuz zamanlarımı doldurmakla meşgul.

Bazı şeyler bir kere yaşanır
Ama gözlerimizin arkasında defalarca gösterime girer!

Üç vakte kadar unutulur hatırlanmaların!

İş olsun diye mutlulukların, akşam yalnız kalınca yatağa yatana kadar sürer. Sonrası tüm unutulmalar hatırlanır, hatırı olmasa da hatırası vardır o tek yaşanmışlıkların.

Tüm o unuttukların, içinde büyüttüklerin, üç vakitlerin çarpı üçer kere hatırlanır. Üzerine uyutmak için içilen her şey daha çok uykunu kaçırır. Bir parça kırılmışlığın sarar tüm kemiklerini, bulaşıcı bir hastalık gibidir uykusuzluk, her gece bulaşır, kendi içinde yayılır, sonrası sabahlara kadar büyür bu bulaşıcılık. Sızısından uyunmaz, sızısından unutulmaz, sızısı burnunun direklerini ve bir tek gözlerin kalır geriye, beynimde dönen gözlerin, anlamı, anlamsızlığı bile hikâye yazdırır, kumdan hikâyeler, dokunsan yıkılacak türden, dokunmasan olduğu yere çöküp tarih yazacak hikâyeler. Hayatımı eksik virgüllerle tamamlıyorum, hikâyem yarım, hiçbir şehre yama olamayacak kadar yarım, kum tanelerini birleştiren dalga onlardan bir ev kurmayı hayal edemedi, yuvasız kaldı hayallerim.

***
Acını zamanında yaşamak yerine, gebermeyi çok istemek yerine, yerli yersiz gülümsemek ihanet değil mi kendine?

Ya yüreğine?
Ya sustuklarına, kelimelerine, konuştuklarına, konuşamadıklarına?

Her şeye inat gülümseyemem ben, kendime ihanet edemem, bunu yapabilecek kadar sevmiyorum belki kendimi ya da bunu yapabilecek kadar umursamıyorum insanları. Ben her şeyi yerli yerinde yaşamayı severim, acımı bile. Rol yapmam, hata yaparım. Hatam bile olsa yaşarım, birileri uzaklaşacak ya da yakınlaşacak diye içimden gelmediği gibi davranamam.

Yeterince ihanete uğramadık mı? Bırakın acıyorsa, dibine kadar yaşayalım ya da bırakmayın siz de yaşayın. Ama rica ederim yaşatın. O acı yaşanmadıkça hep eksik kalacak bir şeyler, zamanla mutlu olsan bile o acı yine hissettirecek kendini ve sen acını zamanında yaşayamadığın için, yeterince mutlu olamayacaksın.

Uçtukça kuşlara benziyorum, yüzdükçe balıklara, yüzemiyorum, unutamadığım için. Gidemiyorum, kalamıyorum, kalsam kendime benzerdim, sana bile benzeyemiyorum. Saçlarım uzadı ben sadece sarhoş olunca sana benziyorum çünkü o zaman içinde hissedebiliyorum yaşadıklarımın. Tekrar seninmiş gibi, tekrar yaşanılıyor gibi…

Yaşayabiliyorum gibi, nefes alabiliyorum gibi, yüzebiliyorum gibi…

Kusurlu bir bekleyiş bu, zamanlama kusursuz. Kum tanelerine sığabilen hayallerin dağılımındaki cömertlik denklemi, karanlığın şiddetinde kaybolmayan ama rüzgâra ve dalgaların şiddetinde dağılan o tozlar aynı kumlara ait, gözlerimin yaşarması aynı hikâyeye ait, neden ağlarsam ağlayayım, hep aynı yere dökülür gözyaşlarım. Başka tozlar kaçsa da gözlerime, başkaları kırsa da yüreğimi aynı kişiye ağlarım ben. Annem. Saçlarımı ördüğün zamanlar ne kadar uzaklarda kaldı? Kaç hikâye daha geriye gitsem tutabilirim ellerini? Kumdan hayaller kurarken, o eski ahşap evimiz nasıl da sağlam görünüyor şimdi gözlerime, insan gücüne denk gelen hayallerime, insan aklıyla kurmuyorum o hayalleri, kolay yıkılmasınlar diye… Biraz daha kalsaydın kutsanacaktı bu aşk, iyi ki gittin. Kapanmayan yaramın üzerine el izini bırakıp gittin, bilmiyorsun ama o el izin yarama kabuk oldu, belki kötülük için dokunmuştun, belki iyilik için sokulmuştun, tek bildiğim bana olmasa da bunun yarama iyi geldiği. Dünü yaşamadım, yaşanmamış sayarken saymaktan haberim yoktu, ben başka dilde rakamlar biliyordum, boyumla ölçüyordum.

Tam gözlerimi açtığımda bir toz bulutu çarptı buğudan gözlerime, gitmesen de ağlayacaktım, toz kaçmasa da ağlayacaktım, kumdan hayallerim yıkılmıştı, annemin ellerine ağlayacaktım, küçük yumuk ellerime ağlayacaktım, hesapsızca güldüğüm o yüzüme ağlayacaktım.

İyi ki gittin!
İyi ki yıkıldı kumdan evim, yıkılmasa kendi hikâyemi yaşayamayacaktım, senin hikâyenin içinde hayalet olarak kalacaktım, ölemeyecektim bile. İyi ki öldüm, ölmesem yaşayamayacaktım.


Nevin Akbulut
Yirmi Dokuz Eylül İki Bin On Dört

(Eylül’ün son yazısı)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder