14 Haziran 2016 Salı

Erişim



Bin isim geçse de gözlerimin önünden, bir isim yerleşti yalnız içime, adının harflerindeki uzunluk kadardı ömrüm, boyuna yetişemeyecek kadardı yazgım. Alnımın tam ortası dudaklarına değsin diye az aşağıdaydı, dudakların yoktu, varlığının yanında, yokluk yazılıyordu alnıma, adım kadar yaşayamıyordum. Seni bin tane isime değişmezken, bin tane kötülüğün dokundu bana, sen dokunamazken. Kötülükleri iyiliğe yormak gibi ahmaklığım vardı, gündüzleri elektronik ışıklarla aydınlanıyordu, geceyi ay değil, gözlerin karartıyordu, başka renklere benzemiyordu, az daha açık olsaydı rengin, az daha açabilseydin gözlerini, gözlerin yoktu uzaklığının yanında, öyle yakınlarda bir yerlerde duruyordu, izleniyordum ama göremiyordum. Adım nasıl da saçmaydı varlığımın yanında. Fenerle aydınlatılmış yolum, kutsal kitaplarda bahsedilen yol değil, suni bir hayat bizimkisi, suni teneffüs gibi, yalandan öpüşmeler, öpüşenlerin dudakları kendilerine ait değil, öpüşen bedenlerin içinde kendi ruhları yok, muhtemelen başka ruhların içinde dokunanlar. Herkes dokunurken, başka bir hayal kuruyor genelde, kimse göründüğü yerde değil. Ben de değilim, burada görünüyorum ama buraya ait değilim, uzaklara benim aidiyetim, ellerim yanında olduğu zamanlardaki gibi soğuk, kollarımı arkama saklayabilsem, sana yepyeni eller sunmak isterdim, başka ellerim yok, bunlar da çok üşüyor. Kollarımın bir çift olması yalnız olmadığımı kanıtlamıyor, çift olan hiçbir şey kanıtlayamaz yalnızlığı ve suskunluğu.

Artık sana uzanan şiirler yok, boylu boyunca uzanıp uyuduğumuz o son gecenin ertesinde sustu tüm şiirler, sana doğru uzanan bolca ağıt var, yağmur var, karanlık var önünü göreme diye, sana doğru uzanan koskoca bir yalnızlığım var, kollarında ölecek kadar. Kusurum sana yetişememek, hastane odasından biraz daha erken kurtulamam, kusurum doktorların beni hep daha fazla uyutması, uyuyunca büyümeyeceğimi zannetmemdi kusurum. Biraz daha erken çıkabilmem için o koğuştan, daha mı erken doğmam lazımdı? Yazgımın kusuru o yaşta yakalanmış olmamdı, sana yakalanmak gibi, saklandığım yerden o bin ismin manası gibi aklıma “dank” edişin ve aynı şiddetle yüreğime çarpan bir şey, ellerimin buz tutması, benim beceriksizliğim tam konuşacakken beynimdeki uğultunun susmaması. Külden epey uzaklarda cümlelerim, çoktan yandığım duruyor yanında. Sızlamalarım kızgın kumları andırıyor, suskunluğuma toz kondurmuyorum.

Sesinle kulaklarım arasındaki mesafeye ömür biçebilseydim yaklaşmak diye bir şey olurdu yanı başımızda ve o zaman kış bu kadar şiddetle vurmazdı yalnızlığı yüzümüze. Parmaklarınla saçlarım arasındaki mesafeye dünya sığar. Saçlarımın dibinde parmaklarını arıyorum, ellerin yok, hiçbir şey hayal ettiğim gibi değil, ama hayal kurmaktan vazgeçemiyorum, hiçbir şeyin umduğum gibi olmadığından beri başka türlü ummaları umuyorum. 

Masum bakışlarımın ardından, suçlu bir suskunluğun vardı, ellerin yanımda olmadığı için suçluydun, geri kalan her şeyi yok etmek istiyordum. Bu nedenle belki ben de suçlu olabilirdim, eşit olurduk. 

Kuşların kanatlarından öğrendim uzaklara gidebilmeyi ve kanatlarındaki sessizlikten öğrendim, kırılmanın ünlemsiz olduğunu, kaybolduğunda yalnızca yokluğundaki belirginliği öğrendim, boşluğumdan. Varlığımın anlamı olmadığında yokluğumun boşluğu oluşmuştu ve tek ünlem buydu, şaşkındım!

Islak kumlar topladım, sahil kenarından, hafifliğimi en aza indirerek ağır olmak istiyordum. Böylece uçup, gideceğim gerçeğini akıllardan silecektim, bu hayatımda soru işareti olarak kalacaktı. 

Ağırlığın yalnız omuzlarda olmadığını yıllar sonra öğrendim ve yine diğer yüklerin görünmediği ama görünse sırttaki yükten daha fazla ağırlık yapabileceğini de öğrendim. Hiçliğim karşı kapıdaki o boş askıda asılı duruyor, yazgımı tozlu raflarda bulamıyorum, nemli bir bezle geçiyorum geçmişin üzerinden, geriye kalanların daha net görünmesini umuyorum. Yeni bir şey olsun istiyorum, ama sabrımız yok, eskilere gösterdiğimiz cesareti yenilerde bulamıyoruz, korkağız biz aslında, okuduğumuz kitaplar bizden daha cesur. 

***

Hayal kırıklarım saç kırıklarımı da geçti, uykusuz kalan gecelerim yüzünden sabaha hep yatıya gitmek istedim, yalınayak. 

Yağmurun altında sabahladı döşeğim, ağlamaktan farksızdı, gece kördü, kimse beni görmüyordu, annemin kendi elleriyle ben çok küçükken yaptığı o döşek, sırılsıklam oldu, beni artık hiçbir şey ısıtamaz, kimse durduramaz hastaneden kalma, korkulu iniltilerimi, ben her şeyin hesabını o kadar küçükken ödemişim ki, kimse hesap soramaz bana artık, kalmadı inanmak için yaktığım zamanlarım, yok pahasına harcadığım hayallerim kalmadı… İnanmak on dördümde ne çoktu, yirmi dördümde azaldı, inanmak inandıkça kendini yiyip, azalan bir şey. Onumda şaşkınlık, onsuzluğumda ölmeyi dilemek, yirmimde yepyeni şeylerin, önceki hayatımdan kalma eskimişliği ve garipliği, zayıflığım… On dördümde erişemediğim çocukluğum, on beşimde eremediğim, farkına varamadığım gençlik denilen o hızlı kan. Sanki hiç dolaşmadı vücudumda, her şey ne kadar erken oluyorsa, ben o kadar geç varıyorum hiçliğe. 

Anlam bulduğum şeyleri yanıtlayamıyorum, benim cevaplarım anlamsız, soysuz, şanssız gibi, cevapsızlıkta boğuldu benim sonsuzluğum. Hüznün ne renk olduğunu düşünmekten çok, karar vermekle yitirdim en hüzünlü zamanlarımı, sarı sokaklarda yankılandı yüzüm, dağıldı, bana en çok soğuk, rüzgârlı geceler vurdu, bulutlar haram değildi. 

Bulutlardan, tam akşam güneş batarken, pamuk şeker yapmakta zavallı çocukluğum, gerçekten de erişemeyeceğimiz yerlere saklamışlar, çok yukarılara kaldırmışlar hayallerimizi. Erişemedim, erimek istedim, yağmurla birlikte karışıp, toprağa bulut olmayı istedim o pamuk şekerler gibi, ilkokulda öğrenmiştim bu işlemi, o günden beri de unutmadım. Ama unutalım geçmişi, aramızda olmayanları, olmayacakları, olamayacakların yasını tutup, bir tek çocukluğumuz kalsın aklımızda, o zaman belki geleceğe umutla bakan, temiz ve iyi çocuklar olabiliriz. 

Küçükken okuma-yazma bilmiyordum, ama dünya şimdi sanki harflerden ibaret, suskunluğumuzu bile üç noktalar tamamlıyor. Süresi gelen sevinçler boğazıma diziliyor, ben ne zaman tıkansam sen gelirsin aklıma, unuturum boğazımdaki düğümü bile, çözülürüm, oracıkta ya da burada, yer fark etmez. Mühim olan çözüldüğüm, erdiğim, eridiğim, bulutlara karıştığım zamanlarım, önemli bu. 

Zifiri bir karanlık yokluğun, karanlıkta okuyamamak gibi, saçma sapan bir imlâ hatası gidişin, altını çizemediğim, bayramlarda ağzımı tatlandıramadığım, çayı şekersiz içişim, kahveyi tek şekerle bitirişim, ucu her daim açık bir parantez, içini dolduramadığım. 

Mezarıma şimdiden pamuk şekerler dikiyorum, tahta, uzun, ince saplı, biliyorum ben öldüğümde çocuk olacağım ve erişeceğim bu sefer, tüm imlâ hatalarının canı cehenneme deyip, o hiç binemediğim on sekiz vites bisikletime atlayıp gideceğim.


On Dokuz Aralık İki Bin On Dört 17 00
Nevin Akbulut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder