14 Haziran 2016 Salı

Oksijeni Azalan Dünyada, Bistüriye Bağımlı Düşler

Zamanla her şey yitirecek benliğini, ben dokunma hissini yitirmekten başladım kaybetmeye, ilk önce ellerim dokunduğunu bilemiyor artık, ezbere dokunmalarım da olmasa, dokunmamış gibi olacağım. Eski dokunuşların, yeni aldatmacalarına bıraktım ellerimi, panik içindeydiler, sürekli bardak kırmalarım, parmaklarımın uyuşup, üşümeleri bundandı, dokunuşları bildiğim için hissediyordum, bu içsel bir şeydi, ten dokunması değildi. Gittikçe hissizleşiyor her şey, bu ölü hissi veriyor bana, ellerim ne zaman uyuşsa, kendi ellerim olduğundan şüpheye düşüyorum ve daha çok kırıyorum, döküyorum. Zamansız korkular yaşıyorum, koku hissini de kaybetsem, geriye gerçekten yaşama dair hiçbir şey kalmayacak. Benim gerçeğim hislerimden ibaret, hislerimi kaybettiğimde yaşamıyor olacağım. Ellerimdeki yaralar yaşama hissi veriyor, taptazeler hâlâ, belki de hiçbir şey iyileşmiyor, kollarımda kalan izler gibi, onlar da benliğimdeki yerini hiçbir şeye bırakmıyorlar.

Acılar yaşama hissi verirken aynı zamanda ölüm soğukluğuna dair, çabasız bir istek veriyor insana. Ben bu iki çapraşık, bu iki zıt histen hiç kurtulamayacağımı biliyorum, bunun için iyileşmiyor hiçbir şey, hastalıklı.

Biraz dumandan yaratılmıştım, insanların ellerinde uçtu uçacak uğur böceği gibi kaybolacak bir şeydim, uçuk hayaller kurardım, içimde küçük bir kadın vardı, büyük gözyaşları döküyordu, ben yüzümü döküyordum, düzelemiyorduk, hangimizi teselli edeceğimi şaşırmıştım, büyük ikilemler arasında gidip geliyordum yağmurda, herkes beni kaybedebilirdi, kaybetmeseler de, uçacaktım. Onlara izin verdim, beni kırmalarına ve kaybetmelerine, gidişim boşuna değildi, gidenleri aklımda tutabildiğim sürece, kırılınca duman olurdum, yalvarsalar da insan sıfatına bürünemezdim, kırık, dökük bir eski roman anlatabilir beni yalnız.

Buruşuk gülümsemeler kadar hiçbir şey ilgilendirmedi beni, hep altlarındaki acıyı aradım, gülme nedenlerini merak edeceğime, bir takım saçmalıktı bu, diğer herkese göre.

***
Karanlık şişeleri severim
Kalın giysili geceyi
Şapkalı yıldızları severim mesela
Gerdanlı İstanbul’u
Bir de gözlerimi

Yüzümde günlükten alıntı bir makyaj var, yanaklarım koşturmacanın yorgunu, gözlerimin altı, hüzün yükü, birikmişlik var ifademde, oysa harcamayı severim ben, hüzünlerimde oldukça cömertim, gözyaşlarımda olduğu gibi… Dudaklarım kırmızılığını hiç bozmayacak gibi, suskun, hiç konuşmamış gibi kırmızı, durgun, hiç nefes almamış gibi, bozulmamış, ama gözlerim bozguna uğramış, yenilmişlik oturmuş ifademe, bozamıyorum. Hiçbir bozgunun uğramadığı yer alnım, hala dipdiri, hala dimdik başım, hiç yılmamış gibi. Aslında ruhuma kadar yıldım ben. Yıllar geçti, huzurlu günlerimin üzerinden, yaşlandık mı zaman mı eskidi farkında değilim, farkında olamamak daha çok üzüyor beni.

Frenleri tutmayan bir arabanın uçuruma yuvarlanması gibi çabucak olup, biter bazı şeyler, düşünmeye bile fırsat olmaz. Arka koltuğunda fanusun içindeki kırmızı balığın hiç haberi yoktur bu telaştan, sessizce yüzgeçlerindeki kederden bahseder baloncuklara, özgürlüğün camekânın kırılmasıyla başlayıp, ölümle bitecek kadar kısa bir zamana sıkıştırılması düşünülemez türde haksızlıktır.

Ölünce özgürlük, kırılınca sessizlik, kulaklar bu hayata sağırdır artık. Cam kırıkları da bu yolculuğa dâhildir...

Bazen onların yerine, başkalarının kalbine dokunduğum olmuştur, onlar genellikle benim yerime âşık olurlardı, herkesin yerine sevebilirim, unutabildiğim sürece… Biriktirme yanlısı olmadım hiç, daha çok harcadım, zamanımı, sevgimi, bana ait olduğunu hissettiğim her şeyi, onlar bana ait olamadılar ama biriktirdiler, beni, kaybettiklerimi, en çok da kırılmalarımı hatta gözyaşlarımı bile, utanmadan yıkandılar o tuzlu sularımda, biraz daha acımak için, acılı olmak için, biraz daha iz bırakmak için. Ama dinlemedim, bedenimdeki izlere aldırmaksızın hayatta hiçbir iz bırakmamak için çabaladım, öyle ki, yaşadığım bile silinsin istiyorum yoklama defterinden, bir gün iğne izleri utanacak bıraktığı izlerden, silinecekler kollarımın yok olmasıyla beraber, morluklar, bu kadar acı verdiklerini bilseler yine de morarırlar mıydı? Sormak istiyorum peki ya bistüri bu kadar kanattığını bilebilse yine de kesebilir miydi? Onları hep canlı bir el takip etti, bazen bir şeyleri bitirmek için, bazen yok etmek için, bazen de iyileştirmek için.

Hep bir izin peşinden gidiyoruz aslında. Bir koku ya da bir yüz, unutmak istediğim izler, hatırlamak istediklerimi solladı. Bazen korkulu bir filme döndü bu sahneler, sonunu hiç tahmin edemediğim (tahmin etmek de yetenek işi), her ne kadar sezgilerime sonsuz güvensem de, bazen kediler bile yanılır, yanlış kokular kandırır bizi, bu yüzden onları harcayabiliyorum kolaylıkla, adına unutkan desinler, adıma vurdumduymaz desinler, o kadar yanılgıyı yaşayınca artık insan bir yerden sonra tepkisiz bir şey oluyor hatta tepkisini dile getirmeye bile çalışamıyor, yorgun ya da üşengeç oluyor nasıl olsa her sızının sonu aynı izlerle kapanmıyor mu?

Nasıl olsa o süreç hep aynı iz bırakan vefalı saatlerle dolmayacak mı? Biriktiremedim, harcadım sızılarımı bile, paylaşmanın en güzel yanı bunu doğaya duyurabilmekti belki de, üfledim acılarımı ama uzaklaşsın diye, iyileşsin diye değil, gitsinler diye, bitsinler diye değil. Daha fazla kalmasınlar diye.

Ciğerlerim kalbim kadar cesaretliydi ama o kadar dayanıklı değillerdi. Zamanında yutkunamadığım şeyler var, tutunamadıklarım var, nefeslerimin sayısını karıştırıyorum bazen, tüm öksürük modellerini ezberlemiş ciğerlerimle, sabahlıyoruz, gece böyle, gündüz doktor edasında, yağmur, sigara, rüzgâr, fırtına, her şey soluk soluğa… Ciğerlerimin aklı başında değil.

Mezardaki birine aşığım ben
İçim o yüzden bu kadar ölü.

Kendimi kaybedebileceğime dair düşler kuruyorum, bistüri karanlığındaki o parlaklığın altında, inanıyorum kaybolacağıma, inançsız bir inanç benimkisi, önce beynimi yitirme peşindeyim, her gün biraz yiyorlar beynimi, hissediyorum kemirgenleri.

Düşüncelerden çok düşünmeme fırsat vermeyenler tüketiyor beynimi, ağrısından duramıyorum, sonra basitçe sevmek geliyor içimden herkes gibi. Herkesi herkesin yerine sevebilirim gibi geliyor ama onun yerine kimseyi koyamıyorum, kimler onların yerlerine birilerini koyabildiler, benimkisi kapanmayan koca, hırçın, acımasız bir delik, bazen köprüden atmak istediğim beynimi, ellerimin arasına alıp, sıkıştırıyorum, yüreğim daralıyor, kalbimle savaş içindeyim, sonra kalbimi de çıkarmak istiyorum yerinden, yerine öyle sadık ki kalbim, dinlemiyorum. Beynime yapışan amansız sorular, rahat bırakmıyor beni, hayat hep zor yerinden sordu bana, dahası cevabı bile yoktu soruların, belki soru bile yoktu, olsaydı bulurdum. Herkes bilmecelerle nasıl yaşıyorsa ben de yaşayabilirdim. Ama ben daha çok inanıyormuş gibi yapıyorum, hayret ettiklerime…

Ruhumu kupkuru bir nefretin içine bırakmayı umuyorum, o zaman sevmelerden kurtulup, güzel rüyalar görebilirim, vazgeçebilirim, derin bir boşluğa ihtiyacım var yalnızca, böyle hasar bırakan uçurumlara değil...

Sonuç; betondan insanlar, insanlardan daha çok betonlar.


Dokuz Ocak İki Bin On Beş 16 00
Nevin Akbulut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder