14 Haziran 2016 Salı

Huzursuzluğun Yazısı


Kırıklarım kaynamadı henüz, kanatlarım öldüğünden beri yerine başka bir parça ekleyemiyorum, hayatımdaki tek eksiklik bu değildi, nedenleri belki de buna bağlıydı.

Felaket anında sarılabilecek tek kişiydin sen, ellerin büyük teselli, gözlerin huzurdu, nereye gidersem götürmek isterdim sıcaklığını, beraber kısa yolculuklara çıkacaktık, uzun vakitler geçirecektik, sabahlayacaktık, uyumadan uyanacaktık, bir daha uyanacaktık, hayattaki her şeyi yetirecektik, kendimize uyarlayarak, yetecekti, eksiklik denilen şeyi buralarda bırakacaktık, ilk defa giderken yanımızda götürmeyecektik dertlerimizi… Sarılacaktık, küçük kavgalar edip, küçük suskunlara sığdıracaktık kavgalarımızı, bu kadar sürecekti huzursuzluğumuz. Ama sen sessizce gittin, giderken gözyaşlarımı gizlediğim, kırmızı balığımı beslediğim fanusu kırdın, içim kırıldı. Kırmızı balık, ezilmekten beter oldu. Bu senin suçun değildi ama ben her şeyi bu gidişe bağlıyordum, hayatta daha kötü bir şey olamazmış gibi geldi sen gittiğinde ve ne zaman terk edilsem her kim tarafından olursa olsun, hep hesabını içimden sana sordum, duyamadın.

Hayalî bir şeysin sen
Gerçek olduğunda, inanmayı bıraktım!

Rüzgâr götüremediği sürece seni, dalgalanacaksın, buna saçlarıma dâhil. Avuçlarımda uzun süre sakladığım renkli bilye, bir türlü çözemezdim sırrını, sonra başka şehirlere, rengini hiç öğrenemedim. Şimdi bir körün özlemi bendeki, görmüyorum, biliyorum.

Ölüler ülkesinde, canlı olmaya dayanamıyorum, vahşetin içinde sessiz olmak, azaltıyor beni, suskunluğum sessizliğimden değil, istemediğim gürültüleri duymaktan kaçtığımdan, yandığımdan sonra, cehennemi manevi olarak hissettiğimden, içimin bilmesinden, tenimin bundan habersiz olması hiçbir şeyi değiştirmiyor, hepimiz belli acıları belirsiz sızılarla karşılıyoruz, anlatamıyoruz, anlayamıyoruz, eksikliğim bu benim, kelimelerin yetemediği yerde, azalıyorum. Az daha çoğalsam, anlatabilirdim, kelime keşfine çıksam, başka dillere gitsem, onlar da yetersiz kalacak biliyorum, bu dünyaya ait ama bu dünyanın dışına taşan bir sızı benimkisi, sızlıyor.

Tüllerin yüzümü okşadığı, ikindi güneşini sevmiştim ben, ipleri kesti yüzümü, gözlerimi ikiye böldü, gördüğüm her şey anlamını yitirmiş gibi, yarım ve renksiz, simlerle süslemek güzelleştiremedi kesiklerimi, sadece gizledi, biraz daha, herkesten, biraz daha. Bu gizlilik uzaklaştırdı beni, tanımadığım sokaklara uzanmam bu yüzdendi, tanımadık yollarda tanıyabileceğim yüzleri beklemekten başka bir ömür yaşayamadım. Saçlarımın arkasını uzattım, ördüm, etrafıma ördüğüm kafesle aynıydı örnekleri, daha mı az zarar gördüm sakınarak, kafesin içine de sıçradı sakındıklarım… Saklanacak yer yok.

Bazı sancılar karşısında konuşacak gücüm kalmıyor, büyük acılar, büyük susturuyor, konuşturmuyor, konuşursan daha çok canın yanacakmış gibi bir his yer ediyor bir yerlerine, kıpırdayamıyorsun. Uyuştuğundan değil, tam tamına hissettiğinden, yaşıyor olduğundan…

Burada böyle ölürken, başka yaşamak düşlenemiyor!

Bazen hiçbir şey yazamıyorsun, içindeki dehşeti, şaşkınlığı, kederi anlatamadığın için, anlatsan da henüz onları anlayabilecek cümle olmadığı için, susuyorsun.

Çoğunlukla huzursuz biriyim ben, bu saçlarıma yansır en çok, sonra yüzümden düşen bin parça olur, çok gülerim, çok ağlarım, gündüz gülünç, geceler ağlamaklı. Konuştuklarımdan çok sustuklarıma önem veririm ve onları hiç kimseyle konuşmam, kimse de farkında olmaz zaten, neyi neden sustuğumu, gittiğimi, yaptığımı, güldüğümü, üzüldüğümü, sakladığımı, sakındığımı, sevdiğimi… Rüyalarım da kâbuslarım kadar ilginçtir, sevinmelerim de öyle hatta kızgınlıklarım, herkesin kızdığı şeylere kızamam mesela, kederlerim özeldir, bana aittir. İçimde kanayan bir yara var sanki sürekli, onunla yaşamayı öğrendim, hatta aynı renk olsun diye kırmızıyı sevdim, saklamadım bunu. Korkularımı gösterecek kadar kimseye yakınlaşmadım, onlar bana yaklaştığını zannettiler, biraz onları, biraz da kendimi kandırdım, huzurlu bir şeymiş gibi rol yaptım, huzursuzdum, ben hep huzursuzum sadece onlara huzurlu olmaları için izin verdim, yakın olabilmeleri için değil…

O kadar kötü şeyler oluyor ki;
Nurlar içinde bile yatamam artık.

İçimde kabuk bağlamış bir yarasın, yerin her daim hazır, gelip kabukları kaldırabilirsin, yeniden kanatabilirsin. Kemiklerim ölmeden önce başladı sızlamaya, yüreğin kaldıramadığı yükü kemiklere yüklemek ne kadar anlamlıysa, kırılmaları da o derece kaçınılmazdı.

Bir anda hatırladığımda anladım, bir anda unuttuğumu, unutulduğumu, unutulduğumu hatırlatmalarını istedim, onlar da unutmuşlardı hatırlatmayı, ama bu izler, bu acılar, bu asil keder, neye üzüldüğünü unutsa bile görevini yerine getiriyor, sonsuz…

Bazı şeyleri bırakmak hiçte kolay değil. Mesela; ülkemi, annemi, kedimi, kitaplarımı, bazı sabah uykusunu, gece uykusuzluğunu, bu listeye daha birçok şey eklenebilir ama bir de dışında kalsın istediklerim olduğu halde, listenin baş sıralarında yer alan şeyler var, bencilce kaplayan, hayatımın başka bir yönüne yer açmayan şeyler, unutuyorum işte, sırf bunları unutmak için her şeyi unutuyorum.

Huzursuzluğumdan tanıyorum seni, yoksa çoktan unuturdum. Çoğu zaman yalnızdım, öylesine yaşıyordum, aslında yaşamıyordum da, içinde “yaşamak” olan o eylemlerden yalnızca birisini yerine getiriyormuşum gibi geliyordu, eksikliğimi yazdığım için boşluklu yazılarla doldurmaya çalıştığımı anladım geçen zaman boyunca, büyük kentlerde sevinçlerden çok, yağmurlu günleri sevdim, kendimi böyle kabullenebiliyordum. Islak sokaklarla bir akrabalığı vardı gözlerimin, uzak ışıkların gölgesinde tanıyabilirdik birbirimizi, bir de fotoğraflardan, ellerim tutmazdı, kayıp düşerdi ellerimden, derdimi anlattığımı sanırdım, derdim yere düşerdi, ellerim yine tutmazdı, bu yüzden kaybettiğim hiçbir şeyin peşine düşmedim, bulamayacağımı biliyordum, bulsam da tutup, yerden kaldıramayacağımı, kaldırımlarla arkadaşlık edeceğimi, hepsini biliyordum. Bilmediğim şey, içimin ne zaman, hangi şartlarla susacağıydı. Şimdi tutmayan ellerimin ruhu, hangi ceplerde saklanıyor, unuttum, hissetmeme rağmen ağrıyor, hangisi yalancı? Hisler mi? Ağrılar mı? Birileri beni kandırıyor.

Kanıyorum, kıpkırmızı ama şeffaf, görünmez yani. Görünmüyor diye kanamıyor zannetmeyin, her acı sesli değildir, her sızı görünür değildir, bazıları hayalet gibi gizlenir, ama içim açığa çıktığında görünecek, biliyorum, kemiklerimin gösteremediği o kırıklar, içimdeki o yanıklar hepsi sabah ışığıyla bilinecek, eğer açabilirsem içimi, bir ayna karşısında dökebilirsem gözlerimi, gösterebileceğim. Ellerim burada olur mu o zaman hâlâ bilmiyorum, ya aklım, ya beynim, her şey yerli yerinde olabilir mi, bu derece huzursuzken?


On Altı Şubat İki Bin On Beş 15 30
Nevin Akbulut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder