13 Haziran 2016 Pazartesi

Nâzım'a


























Üç Haziran (Rakamları hiç sevmedim maalesef, hele de böyle büyük insanların gittiği günün rakamlarını)

Nasıl ağlamam ki, nasıl ağlamam!

Kırmızı mercimek çorbasına kattığım kalbimi kaşıklamaya çalıştığım yazıyı yazarken ve bir yandan da okuduğum seni, gözlerimin buğusuna karışmış siluetine, en çok da kalbine hayranlığım, birazcık bulaşsaydı, belki birazcık bulaşmıştır kalbinden bir minik pıhtı kalbimize. Nasıl ağlamam, nasıl anlatmam, nasıl anlamam, ama anlatamam…


Oralarda iki isteğin; Türkçe klavyeli bir daktilo, ikincisi ise, o zamanlar daha kısa dalgalı radyolar yasak, Türkçe türkülerin ve haberlerin olduğu “memleket” ismi verilen bir radyo. Nasıl vatana hasret gitmişsin ve şimdi biz bu vatandayken nasıl bitirmeye çalışıyorlar toprakları, sen memleket hasretiyle bu dünyadan ayrılmışsın, onlar bu memleketi cehenneme çevirmeyi başardılar. Hele parmağındaki yüzüğü bir yıl önce öldüğün günün aynısı bir günde Ankara’da hazineye ulaştırılması için, göndermen… Belki son değerli varlığındı. Ne denilebilir ki? İnceliğinden kırıldım, ezildim, büzüldüm, ağladım, şu saçma sapan Word sayfasına bunları belki de hiçbir zahmete katlanamadan yazabiliyorum, tesadüflerinden korktum, seni tanıdıkça bu devirde doğduğuma bin pişman olmakla yetiniyorum, daha yaşlı olmalıydım, hatta gerçekten yaşamış ve ölmüş olmalıydım. Pişmanlığımdan salya sümük ağlamaktan, dinmeyecek bir kalp sızısıyla gideceğim.


Nevin Akbulut
Dokuz Haziran İki Bin On Altı Perşembe 15 50




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder